Blog

27.09.2013 21:12

Türkistan Dergisi, 1988

 

 

"Türkistan'da Türkçülüğün başlangıcını çok eski tarihlere dayandırmak mümkündür. Kül-Tekin abidesinde yer alan "Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, senin ilini, töreni kim bozabilir?" sözü, Türkçülüğün başlangıcının, diğer bir deyişle Türk bedenindeki kan kaynayışlarının ve ruhunun dışarıya yayılmasının bir belirtisi kabul edilebilir. Kül-Tekin abidesindeki derin fikir, umumi Türkçülüğün de temeli sayılabilir."

Dr. Baymirza Hayit, Türkistan'da Türkçülük
Türkistan Dergisi, 1988

27.09.2013 21:07

Göktürklerin Yaşam Biçimi

 

Göktürk Hanlığı, çoğunluğu Türk, çeşitli boylardan oluşan bir birliktir. Göktürk hanlığı, oymak ve boyların Türk birliğinde toplanma evresidir. Orhun Yazıtları’nda Türk adı ilk kez etnik ad olmaktan çıkıp siyasal birliğin adı olur. Yazıtlarda Türk boyları olarak Oğuz, Kıpçak, Karluk, Kırgız, Tölös, Tarduş, Türgiş, Çık, Az, Kurıkan, Bayurkı, Tonra, Basmil adı geçer.

Devletin örgütlenişi Hunlarınkine çok benzer. Merkeziyetçi bir devlet değildir. Boylardan oluşan illerin ayrı beyleri vardır. Boyların da beyleri bulunur. Beylik soydan gelir. Büyük ve etkin beyler özgürce hareket edebilirler. Çevre devlet ve aşiretlerle ilişkide bulunabilirler.

Göktürk toplumunda sınıfların varlığı bellidir. Genellikle aristokrat düzen üzerinde tabakalaşma görülür. Toplumda “kara budun” (halk) ve “beyler” olmak üzere iki büyük katman vardır. Ülke yönetiminde bulunan beyler kendi aralarında birimlere ayrılır. Her bey kendine bağlı halkı koltuğuna alır. Yabgu, tekin, Şad, Tarkan, Buyruk, Çur gibi devlet örgütünde çeşitli unvanlar vardır. Kağan ailesinden olanlara Şad, Tekin; devletin büyük memurlarına Buyruk; halktan olup da soyluluk sanı verilenlere Tarkan denir. Yabgu ve Şad hakan yardımcısıdır. Tümünün üstünde kağan bulunur. Kağan her zaman değişen oymak ve il birliğinin başıdır. Kağan, bey ve oğullarının kulları, cariyeleri ve kara budunu vardır. Birliğe bağlı kimi boyların başı handır. Yenilerek devlete katılan halkların yönetimine hakan, ilteber adlı vali yollar.

Halkın büyük bölümü göçebedir. Avcılık ve hayvancılıkla geçinirler. Göçebelikleri oraya buraya konan gelişi güzel bir göçerlik değildir. Her boyun, her oymağın yaylağı, kışlağı, otlağı ve sulağı bellidir. Günümüzde Kazak ve Moğollar arasında görülen post çadırlarda yaşarlar. Halkın küçük bölümü yerleşiktir. Bunlar tarımla uğraşırlar. Kentler bile vardır. Kentliler genellikle alışverişle yaşarlar. Kervan işletirler, madencilik yaparlar. Ana besin kaynakları et, süt gibi hayvansal ürünlerdir. Silah kullanma ve binicilikte ustadırlar. Boynuzdan yayları, keskin kılıçları, ıslık gibi ses çıkaran okları vardır. Vücutlarını süslü zırhlarla örterler. Kısrak sütünden yaptıkları kımız ile darı şarabı içerler.

Çin kaynaklarında Göktürkler üzerine ilginç gözlemler vardır. Çeşitli kaynaklarda verilen bilgilere göre Göktürk halkı uzak kuzeyde Orhun ve Yenisey çevresinde yaşar. Sürülerini otlatarak oradan oraya göçer, keçe çadırlarda otururlar. Halk kahramanlık yaşamına bayılır. Gelenekleri eski Asyalı Hunların geleneklerine benzer. Taşkın güçlü erkeklere hayranlık duyarlar. Yakınlarından biri ölünce, garip biçimde yas tutarlar. Gözyaşları yüzlerinden fışkıran kanla birlikte aksın diye yüzlerini bıçakla çizerler. Soyluları toprağa gömerken, savaşta kaç adam öldürmüşse başına o kadar taş dikerler. Hanın otağı kendi dillerinde “Ötüken Yış” (Ötüken Ormanı) adı verilen yerdedir. O çevrede bir dağda bulunan mağara atalardan kalma ziyaret yeridir. İleri gelenler her yıl kağan başkanlığında o mağaraya gidip kurban adarlar.

27.09.2013 20:50

Türkistan Türklerinin Osmanlıya, Kurtuluş Savaşına ve Cumhuriyete Katkıları

 

Türkistan Türklerinin Osmanlıya, Kurtuluş Savaşına ve Cumhuriyete Katkıları


Abdulvahap KARA

Türkistan Türkleri Atatürk'ün başlattığı Kurtuluş Savaşı'na ve yeni Türk Devletinin kuruluşuna kayıtsız ve ilgisiz kalmamışlardır. 1917 yılında Çarlık Rusyasını yıkan Bolşeviklerin estirdiği hürriyet havasında kendi milli devletlerini kurma gayret ve sıkıntısı içinde olan Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Tatar ve Azerbaycan Türkleri başlangıcından itibaren Anadolu'da yürütülen mücadeleye de olağanüstü büyük ilgi ve yakınlık göstermişlerdir. Bu yakınlığın artmasına Rusya'da 1905 ve 1917 ihtilallerinden sonra ortaya çıkan hürriyet havasında Rusya Türkleri arasında büsbütün kuvvet bulan Türkçülük cereyanları sebep olmuştu. Bu dönemde Türkistan Türkleri arasında siyasi faaliyet ve bilhassa dergi ve gazete yayınları artmıştı [1]. Milli şuur kuvvetlenmişti. 1908 İkinci Meşrutiyet'ten sonra Türkiye ile Rusya'daki Türk aydınları arasında fikir alış verişi de hızlanmış [2] ve Türkistan Türkleri arasında Türkiye'ye olan ilgi ve sevgi tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir biçimde artmıştı. Bu durumu Türkistan Türklerinin Türkiye'ye Balkan Savaşı'ndan Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadar olan sıkıntılı dönemde yardımcı olma ve onun hayatta kalmasını sağlama gayretlerinden açıkça görmek mümkündür.

Türkistan Türklerinin Anadolu Türklerine çeşitli şekillerde vermeye çalıştığı yardım ve destekleri

I. Askeri yardım

II. Para yardımı

III. Fikri veya siyasi destek

olarak üç başlık altında incelemek mümkündür.

I. Askeri Yardım:

Türkistan Türklerinin her ne kadar Türkiye'nin düşmanlarıyla yaptığı silahlı mücadeleleri desteklemek üzere düzenli bir ordu gönderme imkânları olmadıysa da savaşa ferdi katılımlar olmuştur. Bilhassa hacca giden Türkistanlıların hacca giderken veya dönüşte Türkiye'nin saflarında tereddüt etmeden savaşa katıldıklarını görüyoruz.

Bu konuda en eski kayıt 1788 Osmanlı-Rus savaşına kadar uzanmaktadır. Arşiv kayıtlarına göre Hicri 1202 ramazan (1788 haziran) ayında Türkistanlı Mehmed Bahadır Hokand'dan hac niyetiyle yola çıkar. Erzurum'a geldiğinde Osmanlı'nın savaş için asker topladığını işitir. O sırada I. Abdülhamid Rusya'ya harp ilan etmiştir. Bunun üzerine hacca gitmekten vazgeçen Mehmed Bahadır 4 arkadaşıyla beraber savaşa katılmaya karar verir. Başbakanlık Devlet Arşivindeki belgelere göre Mehmed Bahadır Divan-ı Hümayun'a müracaat ederek savaşmak için 5 at 5 kılıç 3 tüfek ve azık verilmesini ister [3] .

Balkan Savaşı (1912-1913) sırasında da Hac için Mekke ve Medine'de bulunan Türkistanlı Hacılar ile talebelerden bazıları gönüllü olarak Osmanlı ordusuna katılmışlardır. Türkiye'ye yakınlık özellikle Balkan harpleri sırasında kendisini belli etmiştir. Kazan Türklerince Hilal-i Ahmer'e çokça para yardımı yapıldığı gibi Türk ordusunda hizmet görmek üzere gönüllü asker ve hemşireler de gitmişti [4] .

Bundan başka 1912 senesinde Medine'de tahsilde bulunan 400 kadar genç Balkan muharebesine gönüllü katılmak üzere İstanbul'a gider ve Edirne düşmandan geri alındıktan sonra Medine'ye geri dönerler [5] . I. Dünya Savaşı sırasında Medine'de Osmanlı ordusuna gönüllü katılmak isteyen Türkistanlılar ayrıca beş Osmanlı altını vermişlerdir. Niçin böyle yaptıkları sorulunca Arapların Türkistanlılar aç kaldıklarından dolayı Osmanlı ordusuna katıldığını zannetmemeleri için böyle bir tedbir aldıklarını söylemişlerdir. Bu suretle 51. Alay'a gönüllü kaydolan Türkistanlılar Avali harbine iştirak etmişlerdir [6] .

I. Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında Türkiye'ye askeri yardımın ilginç bir şekli Kadı Abdürreşid İbrahim Efendi tarafından gerçekleştirildi. Kadı Abdürreşid Almanya'ya esir düşen Rusya Türklerinden (Kazan Türkleri ve Başkurtlardan) İngilizler ve gerekirse Ruslara karşı da savaşmak üzere gönüllü kıtalar topladı. Bunlardan bir tabur (Asya taburu) Irak cephesinde savaşmak üzere Türkiye'ye geldi ve Irak cephesinde bir çok şehit verdiler [7] .

Bir grup Türkistanlının hac dönüşü Kurtuluş Savaşı'na da katıldığını görmekteyiz. Mekke ve Medine'de hac ibadetini tamamlayarak Türkistan'a dönmekte olan 40 kadar hacı Çukurova'da iken I. Dünya Savaşı başlar ve yurtlarına dönemeyip orada kalırlar. Harp esnasında burada bazı işlerde çalışarak geçimlerini temin ederler. Osmanlının savaşta yenilmesi üzerine Çukurova Fransızlar tarafından işgal edilir. Türkistanlılar Tarsus'ta Fransızlara karşı ilk silahlı mücadeleyi başlatanlar arasında yer alırlar. Türkistanlılardan Hacı Yoldaş başkanlığındaki grup karakol basarak trenlere saldırarak Fransızlara zarar verdirir. Daha sonra Kavaklıhan cephesi kumandanı Zeki Baltalı'ya müracaat ederek Türk ordusuna katılırlar. Grup kumandanı Halil Süllü'nün emrinde Fransızlara karşı çarpışan 26 Türkistanlıdan 16 sı şehit düşer [8] .

Azerbaycan Türkleri ise Kurtuluş Savaşı'na kendi bağımsızlıkları pahasına askeri yardım sağlamak istemişlerdir. Azerbaycanlı ilim adamı Prof. Vagıf Arzumanlı'nın Bakü'de 1998 senesinde yayınlanan makalesinde belirttiğine göre 28 nisan 1920'de Azerbaycan Parlamentosu hakimiyeti bolşeviklere vermeyi kabul ederken koyduğu şartlardan birisi Rus ordusunun Bakü'ye girmeden önce demiryolu vasıtasıyla Anadolu'nun yardımına gitmesi idi [9] . Bu hakikatin TBMM Gizli celse zabıtları ile Polonyalı araştırmacı Tadeusz Swietochowski'nin eserinde de teyit edildiğini görmekteyiz [10] . Bu durum Azerbaycan Türklerinin kendileri bağımsızlıklarını kaybetseler bile Türkiye'nin bağımsız yaşamasını istediğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak Ruslar kabul ettikleri bu şartı yerine getirmediler.

Türkistan Türklerinin 1914-1917 yılları arasında Kafkas cephesinde Ruslara esir düşen Osmanlı subay ve askerlerine yaptıkları yardımları da dolaylı da olsa Kurtuluş Savaşı'na askeri yardım olarak görebiliriz. Zira bu askerlerden yurda dönenlerden bir çoğu daha sonra Kurtuluş Savaşı'na katılmışlardır.

29 Ekim 1914 15 Aralık 1917 arasında Kafkas cephesinde Ruslara yaklaşık 60 bin Osmanlı subay ve askeri esir düşer [11] . Bu esirlerin büyük bir kısmı Hazar Denizi'nde Bakü'ye yakın Nargin adası ile Kuzey ve Güney Kafkasya'ya nakledilmişlerdir. Bunlar 1918'de Güney Kafkasya'ya giren Osmanlı ordusu tarafından kurtarılarak Türkiye'ye getirilmiştir [12] . Ancak henüz Moskova'nın kontrolüne tam olarak girmemiş Sibirya'da bulunan 9 bin kadar Türk esirini kurtarma girişimleri sonuçsuz kalmıştır [13] .

Çok zor şartlarda yaşamaya mahkum edilen bu esirlerin büyük bir kısmına Rusya Türkleri sahip çıkarak yardım etmişlerdir [14] . Bunun için Moskova Petrograd Kazan Ufa ve Orenburg'da özel komiteler teşkil edildi [15] . Rusya müslümanlarının Moskova'da 1-11 Mayıs 1917 tarihinde yapılan ilk genel toplantısında da Türk esirlerinin içinde bulunduğu zor durum görüşüldü. Kurultay bu hususu Rusya Harbiye bakanı Kerensky'ye telgraf çekerek bildirdi [16] . Esirlerden yaklaşık 1000 kadarı kendi çabaları ve Türkistanlıların yardımıyla Afganistan üzerinden Türkiye'ye dönmüştür [17] .

Türkiye'ye dönen esirlerden biri olan Tahsin İybar hatıratında ?Ruslar Sibirya'daki kampta esirlere geniş Rus topraklarından çıkamazsınız demişlerdi. Buna rağmen Rus topraklarından çıkmaya muvaffak olduk. Çünkü bize Türkistanlılar zengin fakir ihtiyar genç demeden adeta birbirleriyle yarışırcasına yardım etmişlerdi? demektedir [18] . Daha sonra uluslararası alanda yapılan çalışmalar neticesinde kalan esirler de kurtarılarak yurda getirilmiştir. 1925 Yılından sonra Rusya'da hiç esir kalmamıştır [19].

II. PARA YARDIMLARI

Türkistan Türkleri daha Balkan Savaşı yıllarında Türkiye'ye para yardımı yapmaya başlamışlardı. Mesela Kazan Türkleri bu yıllarda Hilal-i Ahmer'e hatırı sayılır ölçüde para yardımı yapmıştır [20] . Kazak Türkleri de bu konuda ellerinden geleni esirgememişlerdir. Berlin'de 1930'lu yıllarda Çağatay Türkçesinde yayınlanan "Yaş Türkistan" dergisinde yer alan bir makaleye göre Balkan harbi yıllarında (1912-13) Türkistan'ın Akmeşit şehrinden Sadık Ötegenov isimli bir ihtiyar Kazak küçük heybesinin iki gözüne doldurmuş olduğu altınları Rusya'nın başkenti Petersburg'a getirir. Burada tahsilde bulunan hemşehrisi Mustafa Çokay'ın evine gider ve ondan kendisini Osmanlı elçisine götürmesini rica eder. Elçilikte ihtiyar Kazak Osmanlı elçisi Turhan Paşa'dan Türkistanlı Türk kardeşlerinin sevgi ve sempatisinin küçük bir ifadesi olmak üzere getirdiği yardımı gerekli yere ulaştırması için ricada bulunur. Bunun üzerine gözleri dolan Turhan Paşa her ikisini kucaklayıp öper ve emaneti kabul ederek yerine ulaştıracağına söz verir [21] .

Yine bu dönemde Medine'de tahsil görmekte olan Kazak öğrenciler Osmanlı askerine yardım için harçlıklarından 200 lira toplarlar. Balkan harbi yıllarında Kazakistan'da yayınlanmakta olan "Aykap" gazetesinin bu konudaki haberine göre öğrenciler topladıkları paraları Medine valisi Basri Paşa'ya teslim ederek ondan bu yardımı Hilal-i Ahmer cemiyetine ulaştırmasını isterler [22] . Yardım küçüktür ama Türkistanlı öğrencilerin dahi Balkan Savaşı sırasında Türkiye'ye yardım etme arzusunda bulunduğunu göstermesi açısından önemlidir.

I. Dünya Savaşı sırasında Andican zenginlerinden Mir Kamil Mir Mumanbayoğlu Rusya'ya karşı Osmanlı devletine 200 bin ruble yardım gönderir [23] .

I. Dünya Savaşında Türkiye'ye ilginç ilginç olduğu kadar şuurlu bir katkı Türkistanlı pamuk tüccarlarından gelir. I. Dünya Savaşı sırasında Rusya'da ulaşım ve üretimdeki sıkıntılardan dolayı Türkistan'daki pamuk alıcı bulamadığından stoklar büyümüştür. 1918'de Brest-Litovsk'da Sovyet Rusya ile ittifak devletleri arasında barış imzalanınca Rusya'ya giden ilk Alman sefirinin mümessili pamuk almak için Türkistan'a gider. Pamuk tüccarları ticari pazarlıklara girmeden evvel alıcıdan milliyetini belgelemesini isterler. Alış-verişle alakası olmayan böyle bir talep karşısında Alman temsilci hayrete düşer. Diğer taraftan Rusya'nın eski düşmanı olan bir devletin temsilcisi olduğu için de endişelenerek ürker. Bu talebin ticaretle alakası olmadığını ileri sürerek doğrudan doğruya fiyat ve kalite meseleleri üzerinde görüşmeyi teklif eder. Bu meselelerde uzlaşmanın kolay olduğunu söyleyenTürkistanlı tüccar alıcının milliyetinin kendileri için çok daha önemli olduğunda ısrar ederler.

Bunun üzerine temsilci alıcının Alman olduğunu gösteren vesikaları çekinerek göstermek zorunda kalır. Alıcının Almanya olduğunu öğrenen Türkistanlı tüccar kendisine büyük iltifatlarda bulunarak mallarını başkasına verdiklerinden daha ucuza vereceğini ifade eder. Hayretler içinde kalan temsilci bu iltifatın sebebini sorduğunda şu cevabı alır: "Biz pamuğun mühim bir harp maddesi olduğunu biliyoruz. Bu maddeyi beş-on kuruş kazanmak pahasına Türkiye'nin düşmanlarına satmaktansa yakıp imha etmeyi yeğleriz. Siz Almanlar Türkiye'nin müttefikisiniz. Size pamuğu ucuza vermekle Türk kardeşlerimizin menfaatlerine hizmet ettiğimiz inancındayız" [24] .

Kurtuluş Savaşı'na gerçek anlamda para desteği 100 milyon altın ruble gibi bir meblağı verme çabası Buhara Halk Cumhuriyeti'nden gelmiştir. 1873'ten Sovyet hükümeti tarafından istiklalinin tanındığı 1918 yılına dek Çarlık Rusyasına bağlı yarı müstakil devlet konumunda olan Buhara o dönemde Türkistan'ın en zengin Hanlığı idi. Ticari faaliyetler sayesinde Buhara Hanlığı büyük bir zenginliğe ve altın rezervine sahip olmuştu [25] . Bu zenginlik sayesinde Buhara emiri Petersburg'da büyükçe cami yaptırabilmiştir [26] . Kızıl Ordu tarafından 2 Eylül 1920'de yıkılan Buhara Hanlığı'nın yerine 6 Ekim 1920'de Buhara Halk Cumhuriyeti ilan edilmesinden [27] sonra Buhara Halk Cumhuriyeti'nin Osman Kocaoğlu başkanlığındaki temsilcileri Moskova'ya giderek Lenin ile görüşme yaparlar.

Bu görüşmede Buhara heyeti Lenin'e Türkiye için 100 milyon altın ruble yardım vermeyi taahhüt ederler. Heyet Buhara'ya döndükten sonra bu konu parlamentoda oylanır ve Türkiye'ye yardım tek itiraz sesi yükselmeden oy birliği ile kabul edilir. Vaat edilen 100 milyon altın da en kısa zaman zarfında Moskova'ya ulaştırılır [28] . Bu teslimat konusunda elimizde herhangi vesika yoktur. Ancak Türkistan'da o devrin olaylarını yaşamış şahsiyetlerden ve Türkistan tarihi mütehassısı Z. V. Togan [29] ve Türkistan'daki esir Osmanlı subaylarından Raci Çakıröz [30] bu yardımın yapıldığını teyit etmektedir. Ne yazık ki bu yardım hedefine ulaşmamıştır. Sovyetlerin Türkiye'ye Eylül 1920 ile Mayıs 1922 tarihleri arasında yaptığı nakdi yardımlar da Buhara Cumhuriyeti'nin teslim ettiği 100 milyon rublenin çok altında 11 milyon ruble civarındadır [31]

III. FİKRİ VE SİYASİ DESTEKLER

I. Dünya Savaşı'ndan önce Rusya'da ve Osmanlı'da yaşanan 1905 ihtilali ve 1908 II. Meşrutiyeti'nden sonra Anadolu ve Rusya Türkleri arasında kuvvetli bir kültür bağı kurulmuştu. Bunun neticesinde I. Dünya Savaşında Türkistan Türklerinin bütün sempatileri Türkiye ile beraberdi [32] . Bu sempatinin büyüklüğünü Tahir Çağatay'ın I. Dünya Savaşı sırasında yaşadığı bir anısından görmek mümkündür.

Taşkent'te kalabalık seyirci arasında Umumi Vali Matson'un bulunduğu bir sinemada savaşla alakalı belgesel film gösterilmekteydi. Perdede ilk olarak Rus ordularının seferberliği ve resmi geçidi gösterildi. Bunu takiben bütün büyük devletlerin askeri resmi geçitleri izlendi. Hepsi de sükunet içinde seyredilerek geçirildi. Fakat beyaz perdede başta sancağı ile bir Türk süvari alayı gözükmeye başlayınca o muazzam binayı dolduran halk ani bir hareketle ayağa kalktı ve alkışlamaya başladı. Bu kalkma hareketi o kadar ani ve tesirli bir şekilde vuku bulmuştu ki seyirciler arasında bulunan Ruslar da gayri ihtiyari olarak bu kitle temayülüne uymak zorunda kalmışlardı. Bu durum karşısında sinirlenen umumi vali derhal salonu terketti ve film bir daha gösterilmedi [33] .

Yine Çağatay'ın belirttiğine göre I. Dünya Savaşı esnasında Taşkent'te halk bütün heyecanıyla olayları takip ederdi. Türklerin muvaffakiyetini Rusların mağlubiyetini belirten herhangi bir haberi ihtiva eden gazete derhal karaborsaya düşüyordu [34] .

Bu dönemde Türkistan Türkleri I. Dünya Savaşını çok yakından takip ediyor ve Türkiye'nin bir ölüm-kalım savaşı verdiğini farkediyorlardı. Mesela o dönemde Kazak Türklerinin önde gelen siyaset ve fikir adamlarından biri olan Mir Yakup Duvlat dünyadaki 300 milyondan fazla müslümanlar arasında en güçlüsünün Türkiye olduğunu ve bu Türkleri parçalamak için çeşitli devletlerin fırsat gözlediğini yazar. Kazakistan'da I. Dünya Savaşı yıllarında yayınlanmakta olan ?Kazak? gazetesinin 1918 eylül sayısında yer alan yazısında Duvlat bu fırsat beklemenin birkaç asırdan beri süre geldiğine işaret ettikten sonra devam etmekte olan I. dünya savaş sırasında düşmanların İstanbul'u almak ve Ayasofya'ya asmak üzere haçı da hazırladıklarını ifade eder. Fakat Türklerin boş durmadığını ülkelerini korumak için asırlardan beri mücadele ettikleri gibi dört seneden beri de diz boyu kanlar içinde milyonlarca yiğidini kurban ederek mal-mülkünü feda ederek savaştıklarını yazar [35] . Görüldüğü gibi Mir Yakup Duvlat'ın yazısı Kazak bozkırlarından Türk topraklarında yapılan mücadelenin çok yakından takip edildiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Türkistan Türklerinin I. Dünya Savaşı'nda olduğu gibi Türk Kurtuluş Savaşını da her safhasına destek vererek yakından takip etmeye çalıştıklarını görmekteyiz. Türkistan içinde aydınlar ve şairler halkı aydınlatıcı ve Kurtuluş Savaşını destekleyici yazılar yazmışlarsa Türkistan dışına çıkabilmiş aydınlar uluslararası platformda kendi siyasi meseleleriyle beraber Türkiye'nin bağımsızlığını ve reformlarını da destekleyici çalışmalar yapmışlardır.

Sovyetler Birliği dışında Avrupa ülkelerinde bulunan Türkistanlı siyaset ve devlet adamları başından itibaren Atatürk'ün siyasi faaliyetlerini benimsedikleri görülmektedir. İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından işgal edildiği günlerde İdil-Ural Türklerinden Ayaz İshaki Sadri Maksudi ve Fuad Toktar Paris'te bulunmaktaydı. Onlar Bolşeviklerin İdil-Ural'da hakimiyeti ele geçirmesinden sonra mücadelelerini yurt dışında devam ettirmek üzere Fransa'ya gelmişlerdi. Burada Fransız Dışişleri Bakanı ve Başbakanı Millerand ile görüşme gününü beklerlerken Türkiye Ayan Meclisi Üyesi Ahmet Rıza Bey ile karşılaşırlar. Ahmet Rıza Bey de Fransa hükümetinin isteği ile Türkiye'nin gayriresmi vekili olarak Paris'te bulunmaktadır. Kazanlı devlet adamları Ahmet Rıza Bey ile uzun uzun görüşmelerde bulunurlar. Görüşmenin yapıldığı 4 Nisan 1920 günü İngilizlerin Padişah'a baskı yapıp Mustafa Kemal'i asi ilan etmesini istediği günlere rast geliyordu. Kazanlı devlet adamları Ahmet Rıza Bey'i Padişah'ın böyle bir isteği yerine getirerek Mustafa Kemal gibi bir kahramanı asi saymasının ülkeye büyük zarar vereceğini anlatarak Padişah'a bu yönde telkinde bulunması hususunda ikna ederler [36] .

Hokand Muhtar Hükümeti'nin sabık başbakanı Mustafa Çokay da Türkiye'nin uluslarası alandaki politikalarına destek veren çalışmalar yapmıştır. Çokay bilhassa Ermeni meselesinde Türkiye'nin haklarının savunulmasında büyük gayretler göstermiştir. Şubat 1918'de Hokand hükümetinin Kızıl Ordu tarafından yıkılmasından sonra 1919-1921 seneleri arasında Gürcistan'da bulunduğu sırada Ermeni meselesine vakıf olan Çokay ayrıca Tiflis'te Kuvayi Milliye temsilcisi olan Kâzım Bey (sonradan İzmir valisi Trakya umumi müfettişi Kâzım Dirik) ile temasta bulunarak Ermeni meselesi hususunde devamlı surette makaleler neşretti [37] .

Mustafa Çokay 1919-1921 yıllarında Tiflis'te bulunduğu yıllarda Vol'nıy Gorets Gortsı Kavkaza gibi rusça dergilerde ve kendi yönetiminde Türkçe çıkan Şafak gazetesinde Kazım Bey'den temin ettiği malumatları ?Anadolu Mektupları? namı altında yayınladı [38] . Çokay bu işlerle meşgul olduğu sıralarda Ermenistan'daki Amerika misyon başkanı ve Türkiye aleyhtarı General şiddetli bir beyanatta bulunur. Bu beyanata Mustafa Çokay o kadar vazıh ve şiddetli cevap vermiştir ki şahsi dostları bundan doğabilecek akibetlerden endişe ederek bir takım koruyucu tedbirler almışlardır [39] . Çokay Ermeni meselesi konusundaki makalelerini Gürcistan'dan Fransa'ya geçtikten sonra da yazmaya devam ederek bunları fransızca ORIENT et OCCIDENT dergisinde yayınladı [40] .

Mustafa Çokay Şubat 1921'de Gürcistan'dan Türkiye'ye geçer. İstanbul'a varır varmaz müttefik makamlar vasıtasıyla İtilaf Devletleri nezdinde Türkistan meselesinde teşebbüslerde bulunur. Ancak Türkiye'yi de unutmaz. İstanbul'da gördükleri Türkiye hakkındaki müttefik tasarıları ve Türkiye'nin geleceği hakkında Türkistan Türklerinin görüş ve dileklerini belirten bir memorandum hazırlayarak müttefik kuvvetler komutanlığına verir [41] .

Mustafa Çokay Berlin'de 1933 yılında yayınladığı "Yaş Türkistan" dergisinde Ermenilerin Türkiye aleyhindeki oyunlarından birisini nasıl bozduğunu da teferruatıyla anlatmaktadır. Çokay'ın belirttiğine göre Lozan konferansı yıllarında (1922-1923) Ermeni Cumhuriyeti Heyeti Reisi A. Aharonyan düzmece bir iddia hazırlayarak Hindistan Kafkas ve Türkistan müslümanlarının dahi Türkiye'yi Sevr anlaşmasına uymadığı için eleştirdiklerini ve Ermenileri haklı gördüklerini söylüyordu. Mustafa Çokay ve Ayaz Kafkasyalılar İdil-Urallılar Kırımlılar ve Türkistanlıları temsilen bu iddianın asılsızlığı konusunda bir memorandum hazırlayarak Fransız dışişleri bakanlığına ve Lozan konferansına gönderirler [42] . Çokay yazısında şöyle demektedir: "Ahoranyan'ın Hindistan müslümanları hususunda söyledikleri ne kadar doğrudur bilemem. Fakat biz Kafkasyalılar İdil-Urallılar Kırımlılar ve Türkistanlılar adına 22 Mart 1922 günü Sevr anlaşması ile alakalı memorandumu teslim ettik. Onu Fransız Dışişleri Bakanlığına Ayaz İshaki ile beraber götürüp verdik" [43] Çokay bununla da yetinmez. Kendisi maddi sıkıntılar içinde olmasına rağmen yol parasını borçla tedarik ederek Lozan'a da gider. [44] .

Diğer yandan Türkistan'dan Anadolu'daki mücadeleyi yakından takip etmeye çalışan aydınlar bilhassa halkın duygu ve düşüncelerini dile getirmekte mahir şairler Kurtuluş Savaşı hakkında şiirler yazmışlardır. Bunlar böylece şiir diliyle Atatürk ve Kurtuluş Savaşı'na destek vermek istiyorlardı. İşin enteresan yanı böyle şiirleri Türkistan'daki hemen her Türk boyunun önde gelen şairleri kaleme almışlardır. Mesela Kazak Türklerinin milli şairlerinden Mağcan Cumabay bunlardan biridir. Osmanlı mağlup edilerek işgaline karar verildiği sıralarda Sovyet Rusya'sında iç karışıklıklar ve savaş sebebiyle açlık felaketi yaşanıyor ve halk sıkıntı içinde yaşıyordu. Buna rağmen Türkiye'nin işgale uğramak felaketi Türkistan halkı için çok derin bir yeis ve heyecanla karşılanmıştı. Kazak Türklerinin milli şairlerinden Mağcan Cumabay ilk baskısı 1923 yılında Taşkent'te yayınlanan eserinde yer alan "Alıstağı bavrıma" yani "Uzaktaki kardeşime" isimli şiirinde bu duyguları açıkça ortaya koymaktadır [45] . Magcan 12 dörtlükten oluşan uzun şiirine

şöyle başlıyor:

Alısda azap çekken bavrım

Quvarğan bayşeşektey kepken bavrım.

Qamağan qalın cavdın ortasında

Köl qılıp közdin casın tökken bavrım.

Anadolu Türkçesiyle ifade edersek:

Uzakta azap çeken kardeşim

Kurumuş lale gibi solan kardeşim.

Kuşatmış kalabalık düşmanın ortasında

Göl gibi göz yaşı döken kardeşim.

Magcan şiirini şu mısralar ile bitiriyor:

Bavrım! Sen o cakda men bu cakda

Qaygıdan kan cutamız bizdin atka.

Layıq pa qul bop turuv

Kel ketelik Altayğa ata miras altın taqqa.

Anadolu Türkçesiyle ifade edersek:

Kardeşim! Sen orada ben burada

Kaygıdan kan yutuyoruz.

Bizim adımıza layık mıdır köle olmak

Gel gidelim Altay'a ata yadigarı altın tahta [46] .

Kırgız şairi İsmail Sarıbayoğlu da 1921 yılında Kurtuluş Savaşı için bir şiir yazmıştır. Hayatı hakkında fazla bir malumatımızın olmadığı bu Kırgız şairi "İngilizler Türklere saldırırken yazılan şiir" ismini taşıyan şiirinde Anadolu Türklüğünün ölüm-kalım savaşına Kırgız Türklerinin dikkatini çekmek ve gerekirse yardımına koşmak gerektiğini ifade etmekte ve şöyle demektedir:

Ekçeme içip kölösün

Bar önörün ordo atmak.

Musulmandın işi emes

Kılıç çappay cön catmak.

Koldon kelse kayrat kıl.

Oygon Kırgız uykudan.

Stambul türktön ayrıldın.

Bolup aldı ar bölök

Ak cinister bölök.

Amerika sarı orus

Aydap cürdü türkündü.

Aylan kelse sen boluş.

Anadolu Türkçesiyle ifade edersek:

Ayran içerek eğleniyorsun

Bütün hünerin eğlenmek.

Müslümanın işi değildir

Kılıç sallamadan boş yatmak.

Elinden geliyorsa çaba göster.

Uyan Kırgız uykudan.

İstanbul Türk'ten ayrılıyorsun.

Oldular grup grup

Beyazlar bir grup.

Amerika Sarı Rus

Önüne kattı Türk'ünü.

İmkanın varsa koş yardım et [47] .

Türkistan'ın önde gelen şairlerinden Abdülhamid Çolpan da (1897-1938) bir taraftan Türkistan'ın hürriyeti için halkta mücadele ruhu uyandırmaya çalışırken diğer taraftan Türkiye'yi ihmal etmiyor ve Türk istiklal harbi için şiir yazıyordu. Onun Tufan adlı şiiri Anadolu'da milli mücadeleyi yürüten Türk ordusuna ithaf edilmiştir. Şiirde Türk ordusu "mazlumlar tufanının öç alıcı sellerine" işgalci kuvvetler ise "medeniyet beşiğinde oturan cellatlara" benzetilir. 1920'lerde yazılan şiirin başında ve sonunda Türk ordusuna hitap eden iki mısralık şu bölüm:

Ey İnönü Ey Sakarya ey İstiklal Erleri

Milli Misak alıngança totalmasdan ilgeri

heyecan ve çoşkunluk yaratmaktadır. Şiir

Ey istiklal ey Sakarya ey İnönü Erleri

Yür mazlumlar tufanının öç alguçı selleri!

mısralarıyla sona ererken Çolpan Türk İstiklal harbini batılı sömürücü ve işgalci güçlere karşı mazlum milletlerin öç alması olarak görmektedir [48]

SONUÇ

Üç ana başlık altında incelediğimiz Türkistan Türklerinin Türkiye'ye yaptığı bu yardım ve desteklerin maddi boyutları belki milli mücadelenin başarısına büyük etkiler yapacak ölçüde görülmeyebilir. Ancak onların o devirde içinde bulunduğu şart ve durumlar göz önüne alındığında büyük fedakarlıklar içinde ifa edilmiş olduğu muhakkaktır. Bu fedakarlıklar ve Türkiye'ye karşı beslenen sevgi ve muhabbet Balkan Savaşından itibaren artarak devam etmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında had safhaya ulaşan bu sevgi ve muhabbet Ankara'nın da dikkatlerinden kaçmamıştır. Mesela bu yakın alakayı farkedenlerden biri Ankara Hükümeti'nin Maliye Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek'tir. 1920 yılında Moskova'da bulunan ve Buhara Hive Türkistan Tataristan ve Azerbaycan temsilcileriyle görüşmeler yapan Yusuf Kemal Bey 16 Ekim 1920'de TBMM'de yaptığı konuşmada bu konuda şunları söylemektedir: ?Onların bizlere itimadları var... Bizleri muhterem ve mukaddes yerlerden gelmiş insanlar addediyorlar... Bizim milletin mukadderatına bizden ziyade alakadar oluyorlar... Türkiye köktür burada bulunan onun dallarıdır diyorlar? [49] .

Netice olarak Türkistan Türklerinin 1920'lerdeki Türkiye'ye bakış açısı ona yardım etme ve destek olma gayretlerini büyük idealist İsmail Gaspıralı'nın ?dilde fikirde işte birlik? şiarının bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Bu da Gaspıralı'nın XIX. yüzyılın son çeyreğinden XX. yüzyılın başlarına kadar yayın hayatını sürdüren ve Balkanlardan Doğu Türkistan'a kadar bütün Türkçe konuşan halklar tarafından okunan "Tercüman" gazetesindeki fikirlerini Türk Dünyasına yaymada belli ölçüde başarıya ulaştığını göstermektedir. Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti ile Türkistan'daki Türk Cumhuriyetleri arasında sağlıklı ilişkiler için kardeş ülkeler arasında hızlı ve tarafsız iletişimi sağlayıcı ortak televizyon ve diğer basın araçlarının varlığının çok önemli görevler ifa edebileceğini söyleyebiliriz.

* M. S. Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi
 

25.09.2013 18:52

HUN İMPARATORU ATTİLA'NIN MEZARI NEREDEDİR?

Hun imparatoru Attila’nın mezarının nerede olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Ama tarihçiler arasında Tuna Nehri’nin yatağının bir süreliğine değiştirildiğine ve hazineleriyle birlikte Attila’nın nehrin altına gömüldüğüne, daha sonra da nehir yatağının eski haline getirildiğine dair yaygın bir inanış vardır. Ne var ki nehir aşırı uzun olduğu ve birçok ülkeden geçtiği için bürokratik sorunlar çıkacağından kazı çalışması yapılamamaktadır.

Priskos’un anlattığına göre daha sonra Attila’nın mezarının başında strava (yuğ aşı) denilen cenaze yemeği yenmiş ve defin törenine başlanmıştır. Attila’nın cesedi birbiri ardına üç tabuta konar. Bunlardan birincisi altın, ikincisi gümüş, üçüncüsü ise demirdendir. Bu, güçlü kralın üçüne de değdiğini göstermek içindir. Demir, kavimleri yendiğinin, altın ve gümüş ise her iki Roma imparatorluğunda kazandığı mevkinin işaretidir. 

Gömme işi geceleyin ve gizlice olur. Savaşta düşmandan alınan silâhlar, değişik taşlarla süslü altın işlemeli at koşum takımları ve krallığını gösteren değişik şeyler onunla birlikte mezara konur. Bunlar onun sarayını süslüyorlardı. İnsana has aç gözlülüğü bu büyük ve değerli hazineden uzak tutmak, kabrin yerini hiç kimsenin bilmemesi için mezarı kazanlar öldürülür. 

Baskın görüşe göre 5000 köle Attila'nın mezarı için Tizsa nehrinin yatağını değiştiriyor. Ardından kuru nehir yatağında bir çukur açılıp tabut içine indiriliyor. Sonra baş şaman tarafından beyaz kutsal bir toz ile üzerleri kaplanan okçular köleleri öldürmeye başlıyorlar. Temizlik bitince okçulara 24 saat durmaksızın mezar artlarında kalacak şekilde at koşturmaları emrediliyor. Ardından bent de yıkılarak nehrin yatağında akmasına olanak veriliyor.

Uzmanlara göre Attila’nın mezarının bulunması mümkün olmamakla beraber, amatör ya da profesyonel bazı araştırmacılar aksini iddaa ediyorlar. Fakat bunda da zaferi tek bir yerleşim ya da yöre sahiplenemiyor. Macar ovasının güneyindeki Zsadany köyü bunlardan biri. Olası mezar alanları Pilis Dağlarının olduğu yerde de mevcut. Araştırmacı Peter Noszlopi Nemeth’ e göre üzerinde Kral Arpad’ın kalesinin bulunduğu yaklaşık 500 metrelik bir tepe ds daha önceden Attila'nın kalesi imiş ve olasılıklar arasında. Bir diğer yer Tápiószentmárton . Burada bazı kalıntılar 1993 yılında bulunmuş olup, Varşova paktı çökünce boşaltılan kamp ve yöresindeki araştırmalarda pek çok parça bulundu.

23.09.2013 20:42

Güzel Bir Hikaye

 

İsmet İnönü saat 18.00 sularında Florya Köşkü’nde Atatürk’ü ziyarete gelir.Atatürk habersizce ziyaretine gelen İsmet İNÖNÜ'ye sorar.

- Hayırdır İsmet…bir mesele mi var.?

İsmet İNÖNÜ , der ki,

- Paşam, malum azınlıklar meselesi.. Konuyu Meclis’e getireceğiz… Ne diyorsunuz?

İsmet İNÖNÜ'nün acelesi tavrından rahatsız olan ATATÜRK''iSMET yarın gel konuşalım,geç oldu''diye cevap verir.

Akabinde ,İsmet İNÖNÜ gider gitmez huzundaki görevlilere şöyle seslenir.

'' Bahçede lalenin dışındaki bütün çiçekleri söküp atınız.''

Bahçenin rengarenk mozaik görünümü gözünü almıştı Atatürk'ün..
Ertesi gün bahçenin bu halini gören ismet Paşa '' Ne oldu bu bahçeye '' diye sorar.

Görevliler.''Gazi paşa emretti söküp attık'' derler.Bunun üzerine Atatürk'ün odasına giden İsmet İNÖNÜ ATATÜRK'e sorar.

''Paşam bu bahçenin hali nedir.''

ATATÜRK gayet net bir şekilde şu cevabı verir.

''-Azınlıkları söküp attım . İsmet, ben “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü boş yere söylemedim… Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın özevladı… Ben hayatta olduğum sürece bu böyle bilinsin… Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın. 

 

22.09.2013 21:31

Hilal Taktiği

 

 

TÜRKLERE ÖZGÜ TURAN SAVAŞ TAKTİĞİ

Kurtların kışın aç kaldıklarında uyguladıkları bir avlanma taktikleri vardır. Bu taktiğe göre kurt sürüsü iki kümeye ayrılır. Birinci küme fedai kümesidir; ikinci küme ise pusu kümesi.

Fedai kümesi köpeklerin bulunduğu yerleşim yerine girer ve köpeklere saldırır. Biraz mücadele verdikten sonra yenilmiş gibi davranıp köpeklerden kaçmaya başlar; tabiki köpekler de kurtların ardından onları kovalamaya başlarlar. Ama köpekleri bir sürpriz beklemektedir. Çünkü asıl ve kalabalık topluluk olan pusu kümesi, onları yerleşim yerinin dışında beklemektedir.

Pusu kümesi hilal biçiminde dizilmiş ve iyice gizlenmiştir. Fedai kurtlar, köpekleri kurnazca bu hilalin ortasına çekerler. Köpekler hilalin içine tümüyle girince, pusu kümesi, hilali uçlarından kapatır ve köpekler bir çember içine alınmış olur. Artık köpeklerin kurtuluş umudu yoktur; zafer kurtlarındır ve karınlarını doyurmak için avlarını parçalarlar.

Eski Türkler, kurtlarda gördükleri bu oyunu bir savaş manevrası durumuna getirmişler ve yaptıkları birçok savaşta kullanagelmişlerdir. Bu savaş manevrasına ''Kurt Oyunu'', ''Hilal Taktiği'', ''Turan Taktiği'' gibi adlar verilir.

Tarihi kayıtlar incelendiğinde, Roma imparatoru Sezar'ın, sahte geri çekilme ve pusuya dayalı Kurt Oyunu'nu Asya'lı göçebe savaşçılardan öğrenip uygulamaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Fakat Roma ordusunun, Türk ordusu gibi süvariliğe dayanmayıp piyade ağırlıklı olmasından ve Roma ordusunda okçuluğa verilen önemin az olmasından ötürü, Kurt Oyunu'nu uygulamakta yetersiz kalınmıştır. Çünkü Kurt Oyunu hızlı bir manevra yeteneği ve yüksek okçuluk kabiliyeti gerektirir ki bu da o zamanlarda ancak atlı birliklerle sağlanabilirdi.

Türkler, zamanımıza kadar birçok savaşta (mesela Hun, Kök-Türk, Avar ordularının yaptıkları savaşlar, Malazgirt Meydan Savaşı, Mohaç Meydan Savaşı ve hatta Kurtuluş Savaşı'ndaki birçok çarpışma) bu taktiği maharetle uygulamışlardır. İşte sayıca düşmandan az bulunan Türk ordusunun kalabalık düşman ordularını alt etmesinin arkasında yatan sırlardan biri kurtlardan alıp uyguladıkları bu savaş taktiğidir.

Taktik üç aşamada uygulanır: Sahte ricat/geri çekilme, Pusu ve Çember/Hilal içine alma. Taktiği uygulayacak ordunun çoğunluğunu atlılar/süvariler oluşturmalıdır. Askerlerin büyük bölümde ok ve yaylı olmalıdır.Askerler hızlı ve dayanıklı olmasının yanı sıra iyi nişancı olmalıdır. Düşmanın askerleri ise daha yavaş ve çoğunluk itibariyle piyade olmalıdır.

Taktiği uygulayan ordu kendi arasında üç birliğe ayrılır: Sağ, Sol ve Merkez kuvvetler. Sağ ve sol birliklerde at ve ok olmalıdır.Merkez birlik en güçlü birliktir. Sağ ve sol birlikler hilal şeklinde pusuya yatarlar. Merkez, düşman ordusuna doğru yola koyulur. Düşman ordusu Turan ordusunun ok meniziline girince ok atışları başlar. Turan orudusunun hedefi, düşmanın merkezini dağıtmaktır.Böylece düşman orudusu da kanatlardan merkeze takviye yapacaktır. Turan ordusu ilk hedefine uluşınca, kaçmaya başlar. Eğer düşman ordusu onları yakalamaya çalışırsa, taktiğin en önemli aşaması başarılmış demektir.

Turan ordusunu takip eden düşman ordusunun zırları fazla olduğu için yetişemez ve askerleri yorulur. Nihayet Turan ordusunun kaçan merkezi birden geri döner ve tüm hızı ile düşmana saldırır. Kanatlar düşmanı çepe çevre sarar, çember içine alır ve düşman imha edilir.

22.09.2013 21:11

Bozkurt

 


Dışarıda karanlık bastırmıştı. Gökyüzünde yeni ayın gümüş hilali görünüyordu. Aşağıdaki çiftlikte büyük Bozkurt köpeği aya doğru uluyordu. Mustafa Kemal bu sesle kendine geldi, bir kurt gibi silkindi ve sert bir sesle konuştu. Ankara'nın Bozkurt'u homurdanmıştı!

Ayağa kalktı. Dövüşecekti! Çaresizliğin pençesinden kurtulmuştu. Capcanlıydı, içi coşkuyla titriyordu. Bu ruh hali bütün odayı sardı ve diğerlerini de yeni umutlarla doldurdu. Öncelikle derhal gölgeleri ortadan kaldıracak bir lamba getirilmesini istedi. Emirlerini uygulayacak birilerinin çağırılmasını emretti. Birinin de mangaldaki sönmüş ateşi canlandırmasını emretti. Dövüşecekti! Türkiye'yi her şeye rağmen kurtaracak, onu büyük ve özgür kılacaktı.

H. C. ARMSTRONG / Bozkurt, s.145,

22.09.2013 21:04

Türk Tipi, Türk’ün Fizikî Yapısı

 

Türk deyince nasıl bir insan algılanır ve anlaşılır? Bu eskidenberi cevabı aranan, komşulannca bilinmesine rağmen, bugün kesin tanımında güçlük çektiğimiz bir gerçektir. Türk

a. uzun boylu, yakışıklı, siyah saçlı, kara-gözlü, kara kaşlı,
b. çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli, güleç yüzlü,
c. çelebi, efendi yoksa,

bodur, basık burunlu, pisbıyıklı, kirli; çipil yüzlü, bir insandır. Acaba bu hükümlerden hangisi, Türk’ü genel olarak içine almaktadır? Türklerin tipini belirtmek için, arkeolojik olarak yeterli bilgi ve malzeme vardır. Hepsinden önemlisi, Göktürk çağının mezar taşlan, Taş-nineler en önemli kaynağımızdır. Bunlardan anlaşıldığına göre Göktürkler çok fazla çekik, yani şimdiki bildiklerimize göre mongoloid (Çinlilere benzer) tipte insan değillerdi. Bu mezar taşlanmn geniş coğrafyadaki örnekleri bize yeterli bilgi verir. Bir misal olmak üzere, Köl-tegin’in heykelini verebiliriz.Gerçi orada Köl-tegin, öteki heykellere göre biraz daha çekik gözlüdür. Türklerin, komşulanna göre, biraz çekik gözlü oldukları muhakkaktır. Onların bu “badem gözlü” oluş özellikleri zaten herkesin, komşularının da dikkatini çekmiştir. XIII. Yüzyıla ait Selçuklu çinilerinde Alâeddin Keykubad veya bir başka Sultan resmi, bunu açıkça gösterir. Bununla birlikte, Batı Türklerinde zaman içinde, coğrafyanın da etkisiyle bu özellik gerilemişe benzemektedir. Coğrafi şartlann uygun bulduğu bazı yöreler insanlan, çekik gözlü özelliklerini sonraki zamanlarda da devam ettirmişlerdir. Türk tipinin özelliklerinin yazıya geçirilmesi konusunda, kendilerinin, komşulannın veya düşmanlannın hayalleri ve dolayısı ile yazdıklan tamamen farklıdır. Bu açıdan, başkalannın bizi tanımasından önce, bizim kendimizi tanımlamamız yerinde olacaktır. Eskiden beri Türk tarihçileri veya bilim adamları, kendi zevklerine ve hayallerine göre Türk’ü tarif etmişlerdir. Bu arada, meselâ XX. Yüzyıl başlarında, Asyalı değil, Avrupalı olmak eğilimi sebebiyle, tanımlar hep bu yolda olmuştur. Meselâ Atatürk sağ iken, tariflerde Atatürk (=Mustafa Kemal Paşa) esas alınır idi. Türklerle Hind-Avrupalıların Menşe Birliği adlı bir kitap da yazmış olan îsmail Hamdi Danişmend daha ayrıntılı bir tarif veriyor: {Türklük Meseleleri, s.269-70)
Boy : ortadan yukarı, takriben, 1,70-75.
Renk : Pembe-beyaz.
Saç : Uzun, dalgalı, ekseriye kumral.
Sakal ve bıyık : gür, sık, uzun, dalgalı ve ekseriyetle saçlar gibi kumral.
Göz : ekseriyetle mavi, yeşil, elâ gibi açık renkler; iri ve güzel.
Kaş : muntazam ve kavisli,
Alın : açık ve geniş
Burun : düz ve bayağı tümsekli
Yüz : uzunca, geniş.
Boyun : uzun.

Umumi tenasüb : çok güzel olduğundan güzelliğin en parlak timsali sayılmıştır. Ortaçağ İran Edebiyatı’nda “Türk”, güzelliği ile ünlü idi. Bazı kayıtlar, Türk erkeğinin 1.70 boy ve 65 kg. ağırlığında olduğu ifade etmektedir. Türk insanının boyunun, zamanla uzadığı da kesinlikle biliniyor. Meselâ, Atatürk, Harp Okulu’na girişinde “uzun boylu” olarak tanımlanmıştır; oysa bilinen boyu 1,74′tür. Nitekim 1930′larda, askere alınan Türk erkekleri üzerindeki bir çalışma, boy ortalamasının 1.65 civarında olduğunu açıkça gösteriyor. Tarihî kayıtlarda da Kıpçaklann sansın olduğu belirtilmiştir.

Üniversitelerin Tıp Fakültelerinin Morfoloji bölümlerindeki çalışmaların gazetelere yansıyan yönleri ile, Türk tipinin ortak bir özelliği olmadığı anlaşılmaktadır. Ege Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada (E. Cireli, Hürriyet,
4 Mayıs 1992) şunlar kaydedilmiştir:
Boy : erkeklerde 1.74-75; kadınlarda 1.60-68.
Deri : beyaz %39, Buğday: 37, esmer %22.
Göz : Ege, Marmara, Akdeniz bölgelerinde %58 mavi, yeşil, ela; İç, Doğu, Güney-doğu ve Karadeniz’de %68 siyah, kahverengi ve elâ.

Kaş: Kalın kaş %48, ince %4S, karışık %7. İnce kaş: Ak ve Kara Deniz ile Marmara ve Ege’de. %60-65. İç, Doğu ve Güney-Doğu’da kalın kaş %50′yi buluyor.
Burun : Ege, Marmara doğusu, Akdeniz’de kemersiz, düz, helenistik tipe yakın; Karadeniz ve çevresinde kemerli, diğer bölgelerde her iki tip karışık.” Sonuç olarak Türk, belirli ve kesin bir fizik özelliğe sahip değildir, önemli olan, insanın kendisini “Türk” saymasıdır.

22.09.2013 18:36

CENGİZ HAN'IN TÜRKLÜĞÜ VE İMPARATORLUĞU

Cengiz Han’ın Türklüğü ve İmparatorluğu

Amerika’nın ünlü National Geografic dergisinin Ağustos 2001 sayısının kapak yazısı Cengiz Han hakkındaydı. Kapak resmi de onun yüz heykeliyle süslenmiş. 33 sahife tutan makalede fevkalâde fotoğraflara ilâveten, derginin eklerinde de poster boyu tablolar, haritalar ve bilgiler var.

Yazıyı Mike Edwards yazmış. Sahifeleri karıştırdım, onun kimiği ve sıfatları hakkında bir bilgi bulamadım. Tek “Kredansiyeli”, gençilği dahil, Moğolistan’a defalarca gitmiş olması.

Cengiz Han yazısı çok ilginç ayrıntılarla dolu, fakat birkaç yanlış ve bir hayli de eksikle “mâlûl”.

Eksik Bilgili Yazılar

Yazar, Timuçin’in doğduğu ve öldüğü (ama meçhul mezarı) hakkında iyi bilgi vermekle beraber, kurduğu imparatorluğun sadece “Moğol” değil, “Türk-Moğol” olarak anılması gerektiğini yazmıyor. Dünyanın ve tarihin bu en büyük imparatorluğunda Moğol ve Türk boylarının ve nüfus oranlarının ne olduğuna dair bir işaret yok. Sadece Uygur Türklerinin (onların da Türk olduklarını belirtmeden) devletin bürokrasisini yönettiklerini belirtmekle yetiniyor. Hele Cengiz Hanı’ın kökeni, tipi, annesinin ve eşinin soyu hakkında hiç bilgi yok.

Mike Edwards, tarih konularında hep Amerikalılara danışmış. Zaten Amerikalıların âdetidir:
araştırmalarında gösterdikleri kaynakların hemen hemen hepsi İngilizce olanlardır. Bırakın Türkçe yazılanları, Almanca veya Fransızca kaynaklara bile hemen hemen hiç atıf yapmazlar!

Oysa Prof. René Grousset’nin, Prof. J.P. Roux’un bu konuyu içeren güçlü Fransızca eserleri gibi nice kaynaklar vardır. Bence en esaslısı, rahmetli Prof. Zeki Velidî Togan’ın araştırmalarıdır. Başkurt kökenli ve hem Almanya, hem Türkiye üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmış olan Togan, pek çok yabancı diller arasında, Moğolcayı ve Çinceyi de bilirdi. 1947′de yayınlanan “Türk Tarihine Methal” (Giriş) adlı temel kitabında Cengiz Han hakkında sağlam bilgiler vardır. Ama ondan da önce 1940 yılında ben onun Cengiz Han’ın soykütüğü hakkında yazdığı araştırmayı “Çingiz, Moğollar ve Türklük” adıyla yayınlamıştım. (Bozkurt Yayınları olarak). Haziran 1987′de, üç ayda bir yayınlanan “Türk Dünyası Araştırmaları Tarih” dergisinde Cengiz Han’ın Türklükle ilgisi hakkında uzunca bir makalem çıkmıştı.

Bugünkü yazımda konum sırf Moğol-Türk ilişkileri, Cengiz Han’ın soykütüğü, eşi ve ilk çocukları hakkında olacak.

Moğollarla Türklerin Farkları

Türkler, ilk M.Ö. 7000′lerde Aral Denizi civarında, 5000 yıl sonra da Altay Dağları bölgesinde doğdula r. Ural dağlarından göçen “Alpin” ırkıyla, Amerika’ya giden Kızılderili (“Amerindian”)’lerin Asya’da bıraktıkları boylarıyla “evlenmeler” sonucu ortaya çıkmış, iç evlenmelerle de genetik “sabitlik” kazanmış yeni bir ırktır: Turanid’ler.

Moğollar ise, Kadırgan Kingan dağları bölgesinde, Asya’da kalmış Kızılderililerle, Çinlilerin ve sarı ırkın ataları olan kısa boylu, sarı tenli halkların karışmasından doğmuşlardır. Buzullar çözülünce Doğu Sibirya’nın ormanlarına göç etmişler, Türk boylarıyla (özellikle Kun-Hun’larla) sık sık karşılaşmış, çatışmış ve Türklerin bozkır kültürü etkisinde kalmışlardır: atçılık ve savaş yöntemlerinden giyinişlerine varıncaya kadar!

Çin arşivlerine göre, Çin Seddi’nin ötesindeki bozkır kavimleri şu farklılıklarıyla tanınıyordu: Moğollar domuz yiyor ve köpeği totem yapıyorlardı; Türkler domuz yemiyordu ve totemleri bozkurttu. Türkler, Çin için en tehlikeli düşmandı ve sık sık Çin Seddi’ni aşıp Çin’e giriyorlardı (birçok Çin sülâlesi bu Türklerden kurulmuştu: Topa’lar, Siyenpi’ler… vb. Çu/Şu’lar da Türk kökenliydi ama onlar çok eskiden, Çin devleti kurulmamışken, daha güneyden-Tanrı Dağları yönünden gelmiş, Şang’larla birleyip ilk Çin devletinin kurulmasında rol oynamışlardı).

Ergenekon

Tarihi kesin bilinmeyen bir devirde Çinliler Moğolları da kullanarak Türklere müthiş bir baskın yapmış ve soykırıma girişmişlerdi. Bu Türklerden sadece bir kızla bir erkek kurtulup Ergenekon dedikleri girilmez-çıkılmaz dağlar arasına sığınmayı başarmış, çocuk sahibi olmuş, asırlarca orada çoğalmış ve bir gün gök-yeleli bir bozkurtun yol göstermesi sonucu dağları eritip dışarı çıkmışlardı.(*) Orta Asya’da egemen olan Moğol soylu (veya Moğol kökenli yöneticili) Apar devletini yenmiş, Gök Türk olarak tarih sahnesine damgalarını basmışlardı.

Gök-Türklerin vârisleri Uygur Türkleri Turfan cıvarına göçtüklerinde, Ötüken’in kuzeyine Moğollar (asıl adlarıyla, “Şevey”ler) dolmuşlar. Uygurların deve sürülerine çobanlık eder, aynı görevi almak isteyen Mançularla ve Tunguzlarla savaşıp dururlarmış. Buna kızan Uygur hanı, sarayındaki prenslerinden Börütegin’i (Kurt prensi) ailesiyle birlikte Moğol-Şevey’lerin ve diğer sarı ırklı boyların başına başbuğ olarak yollamış. Bu Börütegin ailesi nizamı sağlamış, deve sürülerini çoğaltmış, Moğol-Şeveylere bir sürü Türk efsanelerini de kabul ettirmiş. Öyle ki sonunda, Türkleri soykırımına uğratanlar arasında oldukları hâlde kendilerini kurban gibi saymış ve Ergenekon’u Moğol versiyonuyla aynen kabul etmişler!

Türklerin eski kutsal yurdu Ötüken’i dolduran Şeveyler’in başındaki Börütegin ailesinden, 1160 yıllarında Onon ırmağı yakınında (bugün artık “Moğolistan” olan ülkenin kuzeydoğusunda) bir erkek çocuk doğmuş ve adı Temuçin konmuştu. Saçları kızıla çalar kahverengi, gözleri de elâ-yeşildi (oysa Moğollar hep kapkara saçlı ve koyu renk gözlüdür).(2)

Sıfırdan Cihangirliğe

Bu çocuğun “prens” ailesi çoktan eski gücünü kaybetmiş, çekirdek boy da bölüne bölüne bir avuç insan kalmıştı.

Sıfırdan başlayan ve sonradan adını “Çingiz” (Deniz) olarak değiştiren Timuçin mucizeler yaratacaktı: Önce Moğol boylarını birleştirecek, sonra Türk boylarını ve devletlerini (Toğrul Han’ın Kereyit’lerini, Merkitleri, Naymanları, Uygurları, Kırgızları… vb.) tek bir devlet hâlinde toplayacak, adına “Moğol” diyecek, sonra da fütuhatlara girişecekti. 40 yaşında başlayıp ölümüyle 60 yaşında noktaladığı bu cihangirlik hamlesi tarihin en geniş coğrafyalı Türk-Moğol İmparatorluğunu yaratacaktı. Asya’nın bir ucundan öbür ucuna kadar ve daha da fazlasıyla Çin’in içlerinden Rusya’ya ve Avrupa’da Polonya’ya kadar.(3) Üstelik bu, birkaç asır ve birkaç saltanat boyunca değil, bir ömür içinde başarılmıştı! Ve gene bir fark: vahşi, ilkel, zayıf “yerliler” üzerine değil, en ileri ve güçlü devletler yenilerek kazanılmıştı (Türklerin öteki cihangirliklerinde de yaptıkları gibi).

Bu “Türk-Moğol” ulusu içinde (Oğuzlar direnmiş ve karşı çıkmışlarsa da)(4), Türk nüfus Moğollardan kat kat fazlaydı. Uygurlar ileri bir bürokrasi idilerse de, diğer Türkler “Moğol” adı altında savaşan ordulardı.

Büyük Hakan 1227 yılında Yinçuan’ın güneyinde öldü.

Şahsiyeti

Cengiz Han bir dâhiydi. Savaş taktikleri ve kullandığı teknoloji çağının çok ötesindeydi. Savaş stratejisi ünlü harp sanatı uzmanı Clausewitz’in örneği olmuş, modern iş yöneticileri de onun siyaset ve yönetim yöntemlerini kitap konusu yapmışlardır. Gerçi aşırı kan dökmüştür ama, Mike Edwards’ın danıştığı profesörler bunu sırf “terör taktiği” olarak kullandığını, bu sayede kan dökülmeden şehirleri fethettiğini ve katliâm iddialarının İranlı tarihçilerce çok abartıldığını belirtmişlerdir. Buna rağmen bir İranlı tarihçi Cengiz Han’ı şöyle tarif etmiştir:

“Cengiz, kuvvetli bir sezgiye, büyük bir enerjiye, dehâya ve kavrama yeteneğine sahipti. Hayranlık ve saygı uyandırırdı. Âdildi. Azimliydi. Düşmanlarını ezip geçerdi. Cesaret sembolüydü ve acımasızdı (National Geog., a.g.e., sah. 101).

Acımasızdı, doğru, ama o “insaf ve merhamet dini Hristiyanlığın” Haçlı Seferleri’nin korkunç katliâmları pek mi masumdu ki suçlamaya kalksınlar?

Tarih bilgisi kuvvetli bir tanıdığım farklı bir yorum yapmıştı bana: “Genlerden mi, geleneklerden mi bilmem ama, Türkler hep ‘tolerans/hoşgörü sahibi olmuş, Moğollar ise biraz fazla kan dökücü. Cengiz Han’ın Türk kökenine rağmen, 8 nesil boyunca ailesine karışmış olan Şevey kanının etkisiyle acımasız bir yanı olmuştur belki” demişti. Bir varsayım tabiî dedim. Ona şunu da hatırlatmıştım: Cengiz’in anası da Türktü.

Cengiz’in Çocukları ve Torunları

Cengiz Han ölürken imparatorluğunun mirasını 4 oğluna ve torunlarına bırakmıştı. Şu da ilginçtir, birçok eşi ve onlardan çocukları olduğu hâlde, mirasını sade Merkit Türkü kökenli olan ilk eşi Börte’den doğanlara bırakmıştı. Büyük rütbeyi de, gene Börte’den olma 3. oğlu Oktay Han’a vermişti.
Kabilây döneminde o muazzam imparatorluk Cengiz Han’ın torunları tarafından (birbirinden az çok bağımsız olarak) yönetiliyordu: Çağatay Hanlığı, Hülâgu’nun İlhanlı’sı, Batu’nun Altın Orda’sı ve Kubilay’ın Çin’de kurduğu Yuan hanedanı (1368 yılına kadar sürdü).

Bu Türk-Moğollar süratle tam Türkleştiler, saf Moğollar Moğolistan’a yerleştiler. Geride, Türkler arasında Kalmuk ve Buryatlar kaldı. Ama Cengiz Han’ın genleri, Timur’da ve Babür’de tekrar tarihe mühür bastı.


KAYNAK: Prof.Dr. Reha Oğuz TÜRKKAN

21.09.2013 19:42

Kölelikten Sultanlığa Yükselişin Adı: Sultan Baybars

Bu günlerde televizyonlardaki dizi filmlerini ağzı açık izlediğimiz Spartacus; köle olarak geldiği Capua kentinden kendi ordusuyla kaçtıktan sonra; çevredeki ufak köy ve kasabalarda yağmacılık yaparken Roma ordusu tarafından öldürülüldü.

Sultan Baybars ise köle olarak gittiği; Kahire’de Memlük Devletinin başına geçip Sultan olmuştur.Ülkesine yapılan akınlardan birinde esir edilerek Şam’a götürüldü ve satıldı.

Kıpçak Türkü Baybars, Altın Ordu Hakanı ve Cengizhan ‘ın torunu Berke Han’ ın damadı idi. Kendi yerine geçecek oğluna da Berke adını vermişti.

Baybars, 1223 yılında Kıpçak ilinde doğdu.

Köle olarak Kahire ‘ye gelmiş, Eyyubîlerin hassa ordusuna alınmıştı. Zeka ve yeteneği ile kısa zamanda kendini gösterdi. Ayn-Calud ‘da yapılan savaşta, öncü birliklerine kumanda ediyordu. Sultan Kutuz ona, vadettiği Halep valiliğini vermediği gibi, şöhretinden ve kendi yerine sultan seçilmesinden korkarak öldürtmek bile istemişti. Baybars, Kutuz ‘un bu girişimini boşa çıkardı ve Kutuz ‘u öldürdü.

Kuvetli bir genç olan Baybars, zeka ve kabiliyeti ile az zamanda kendini gösterdi. Mısır’ı ele geçirmek isteyen Fransa kralı St. Louis’in kuvvetlerinin bozguna uğratılarak kralın esir edilmesinde büyük rol oynadı.

Cesur bir asker olan Baybars, kudretli bir hükümdar ve iyi bir idareci olduğunu gösterdi. Franklarla, Ermenilerle, Moğollarla yaptığı savaşları kazandı. İsmailîlerle de mücadele etti. Anadoluda Moğollara karşı direnişe geçen Türkmen beyliklerini destekledi ve ordusunun başında Kayseriye kadar ilerledi. Ermenilerin başkenti Sis şehrini zaptetti (1274). Sonra, kendi merkezinden daha fazla uzaklaşmamak için Şama döndü.

1260’ta hükümdar olup. 1277′de ölümüne kadar hüküm süren Sultan Baybars zamanında Mısır Türk Devleti en kudretli devrine ulaştı. “Devlet it’Türki” yani “Türk Devleti” adını ülke adına ekledi ve bu adı ilk kullanan ülkenin hükümdarı oldu.

1277de Baybars Hulaguya tabi olan Anadolu Selçuklu Devleti’ne hücum etti. Ordusunun başında Elbistan’da Hulagu ‘nun ordusunu yendi. Anadolu’da Hulaguya karşı direnişe geçen Türkmen beyliklerini destekledi ve sonra Kayseri’ye kadar ilerledi. Anadoluda’ki Türk beyleri yeterince desteklemeyince, Anadolu’daki arazi kazançlarını geride birakarak kendi merkezinden daha fazla uzaklaşmamak için Şam’a döndü.

Yüreği çelik, ”KANI TÜRK” Urugunlariz. Irkımıza aşık olalı aşka tövbe kılanlariz.
Hülagü Han

Baybars, ortaçağ İslam Türk tarihinin en büyük simalarından biridir. Maddi ve manevi bir çok hususiyetlere sahip, müstesna bir insandı. Çok güçlü bir vücuda, sağlam bir iradeye, benzeri görülmemiş bir cesarete ve parlak bir zekaya sahipti. En önemli ve cesur hareketlerinde bile daima ihtiyatlı hareket eder, en küçük tedbiri bile almakta ihmalkarlık göstermezdi. Harblerin en tehlikeli anlarında bir nefer gibi, ön saflarda çarpışır, tehlikelerden çekinmezdi.Harp ganimetlerinin hepsini askerlere dağıtır, böylece askerlerin gönlünü alırdı.

Etiketler

Etiket listesi boş.

Sitede ara

Anket

YAZILARIMIZDAN MEMNUN MUSUNUZ?

Evet (13)
68%

Hayır (6)
32%

Toplam oy: 19