Blog

19.10.2013 19:44

Türk birliği kurulunca ne olacak?

 


Öyle güzel şeyler olacak ki… Her şeyden önce daha tarihin ilk dönemlerinde ayrıldığımız soydaşlarımızla bir çatı altında toplanmış olacağız. Şu anda bu çatıyı, devlet sınırlarının silinerek yeni sınırların çizilmesiyle kurulacak bir birliğin çatısı olarak anlamamak gerekir. Bu, şu anda istenilenin ötesinde olan bir ülküdür. Fakat şu anda onun ilk adımı olan “Avrupa Birliği“ne benzer bir birliği gerçekleştirmek gerekir. 

Bu birlikte;

-Devletler kendi bağımsızlıklarını koruyacaklar; fakat askeri, siyasi, ekonomik… anlamda dayanışma / yardımlaşma içerisinde olacakları bir Türk Birliği‘ne bağlı olacaklardır. 

-Bu birlik sayesinde ekonomik anlamda yardımlaşmalar olacak, bütün Türk devletleri kalkındırılmaya çalışılacaktır. Hatta bugün maddi güçsüzlük nedeniyle bağımsız olamayan özerk Türk devletlerine verilecek destekle, onlar da bağımsızlığını kazanacaktır. 

-Bu birlikle, dışarıdan aldığımız birçok şeyi (petrol, doğalgaz, tekstil ürünleri, gıda ürünleri…) Türk Birliği‘ne dahil olan ülkelerden alıp, yine dışarıya gönderdiğimiz ürünleri de öncelikli olarak Türk Birliği‘ne dahil ülkelere göndereceğiz. Böylece bugün dışarıya akıttığımız milyonlarca TL, dolaylı olarak bizim olacaktır. 

-Yine dışarıya sattığımız ürünler de soydaşlarımıza gidecek, bugün resmen “kaçırılan” kaynaklarımız dolaylı yoldan bizim olacaktır. Bunların dışında, Türk Birliği’nin desteklediği büyük sanayi bölgeleri oluşturulacak, birçok ülkede Türk malları satılacaktır.

-Bu birliğin ekonomik getirilerinin dışındaki önemli bir yönü ise “siyasi” anlamdaki kalkınmadır. Türk birliği ile birlikte güçlenen ekonomimiz sayesinde dünya siyasetine yön verebilecek bir kurulumuz olacaktır. Böylece belki de “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” ne ihtiyacımız olmayacak, yatırımlarımız için IMF‘ye yalvarmamıza gerek kalmayacaktır. 

-Bu birlik sayesinde, hem Türk devletlerinde hem de dünyada barışı sağlayacak bir askeri güç (ordu) oluşturulacak, böylece bütün Türk devletlerinin iç ve dış güvenliği sağlanmış olacaktır.

-Bunların dışında Türk Birliği’nin getireceği en önemli şeylerden biri ise, “kültürel” anlamda birliktelik sağlamaktır. Bugün dilleri ve yaşantıları neredeyse aynı olan Türk toplulukları, bu birlik sayesinde kaynaşacak, sıkı ilişkiler sayesinde bütün Türkler birbirine bağlanacaktır. Bu birlik sayesinde ortak bir Türk Dili oluşturmak bile mümkün hale gelecektir.

19.10.2013 19:35

Enver Paşa'nın Eşine Son Mektubu

 

Sevgili Necibe; Senin yazdığın o son mektubu aldım. Onu daima kalbimin üstünde taşıyacağım. Senin o sevimli, tatlı yüzünü her ne kadar görmem şimdilik mümkün değilse de, nazik parmaklarının bu mektubun kelime ve satırlarını nasıl dizdiğini hayal ediyorum. Bunlar bir zaman benim saçlarımı tarayan, yine o nazik parmaklar (değil mi) idi.
 
Oysa ben şimdi senden çok uzaklarda bir kan ve ateş deryasında kahramanca çarpışmaktayım. Bu ise senin ince kalbini üzmektedir. Sen yazdığın mektubunda (bana sitem etmiş) kılınç ve harbi sevdiğim kadar hiçbir şeyi sevmediğimi yazmışsın. Söylediğin pek yalan değil. Ben hiç bir şeyi değil sadece seni seviyorum diyemem. (Desem de yalan olur).
 
Fakat sen de bilirsin ki benim hakkımda yanlış propagandalar yapan bir kısım bedbahtların iddia ettikleri gibi, ben bu uzak diyarlara servet aramak, zengin olmak veya kendi hakimiyetimi kurmak için gelmedim. Gerçekte beni senden koparıp buralara kadar sürükleyen Cenab-ı Hakkın omuzlarıma yüklediği kutsi bir vazifedir. Bu ise cihat vazifesidir. Bu öyle ulu vazifedir ki ona niyet edenleri bile (yapmasa dahi)ilahi cennete girmeye hak kazandırır.
 
Allah (C.C)’a hamd olsun ki ben sadece cihada niyetle yetinmiyorum. Her ne kadar senden ayrı kalmak, senin sevginle çarpan kalbimi paramparça etmekte ise de, bu uğurda böyle büyük bir imtahan vermekten mutluyum. Şu fani dünyevi şeyler içinde, senin sevginden başka benim irademi sarsan hiç bir şey yoktur. Fakat Allah (C.C)’a şükürler olsun ki Allah (C.C)’a emrini yerine getirmede sana olan sevgime dahi boyun eğmedim. Bundan senin de ayrı bir mutluluk duyman gerekir. Senin öyle hayat arkadaşın var ki onun sana olan aşkını Allah (C.C)’a olan aşkına feda edecek kadar kuvvetli bir imanı vardır.
 
Her ne kadar kadınlar üzerinde bil fiil kılınçla cihat etmek farz kılınmamışsa da onlar kendilerini bu ilahi görevden muaf tutamazlar. Senin cihat etmen ise bütün dünyevi şeylerden yüz çevirip Allah (C.C)’a yönelmen, onu sevmendir. Bir de benim cihat azmimin daha kuvvetlenmesine yardımcı olmandır. Ve bir kere daha söylüyorum! Sakın sen kocan bu harp meydanlarında sağ-salim kurtulup gelmesi için dua etmeyesin. Bu bir nevi kendini düşünmek olur ki, Allah (C.C) da bundan memnun olmaz.
 
Sen Allah (C.C)’a (önce) kocanın yaptığı hizmetleri kabul buyurması için dua et ki, muzaffer bir komutan olarak dönsün veya şehitlik mertebesine ulaşsın. Sevgili Necibe! Bir kere düşün, bu baş öyle ki; senin her zaman çok yakışıklı dediğin bir baş, bu vücudun öyle ki; senin göz önünde melekler kadar masum ve bütün askerlerden daha heybetli olan bu vücuttan koparılmış (kanlar içerisinde şehit olmuş) bundan daha büyük bir mazhariyet var mıdır ki? Hayat kısa, ölüm ise mukadderdir.Öyleyse ölümden korkmak niye, bir kimse rahat yatağında ölmektense şehit olarak ölmeye niye gayret etmesin? Halbuki şehitlik mutlak ölüm (yokluk) değildir.
 
O yeni bir hayata hem de ebedi bir hayata kavuşmaktır. Bu arada benim senden ilk isteğim çocuklarımın da benim (askerlik) mesleğimde yetiştirilmesi ve onların da vakti zamanı gelince İslam’a hizmet için harp meydanlarına gönderilmesidir. İkinci bir arzum daha vardır. O da Mustafa Paşa ile ilgilidir. Onun başarıya ulaşması için mümkün olan hiç bir yardımı esirgeme. Zira Allah (C.C) onu bu memleketi düşmanlardan kurtarmak ve korumak için seçip göndermiştir.
 
Pekala sevgilim, artık size Allah (C.C)’a ısmarladık diyorum. Allah (C.C) bilir, kalbimin içinde kaynayıp gelen bir ses sana bir kere daha böyle bir mektup yazamayacağımı söylemektedir. Kim bilir… belki ben hemen yarın, şehitler zümresine katılacağım. Bak! Benim ölümüme sakın üzülmeyesin, sabırlı ol! Hele bir düşün, benim şehit olmam senin için ebedi bir iftihar kaynağı olacaktır. Necibe! Şimdi senden ayrılma zamanı geldi, şu anda sanki seni kucaklar gibiyim. Allah (C.C) nasip ederse seninle bir daha ayrılmamak üzere Cennet-i ala’da buluşacağız. Haydi Allah (C.C)’a ısmarladık.
 
Seni seven Enver Paşa.
 
19.10.2013 19:23

21. yy

 

Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri, 21. yüzyıla yeni bir perspektifle uyum sağlamak zorundadırlar. 

Konjonktür ve koşullar birlikte hareket etmeyi dayamakta, Türk Birliği bir ütopya değil tarihsel akış içerisinde doğal bir sonuç olarak belirmektedir. 

Yedi Türk Devleti’ni teşkil eden, kökeni, dini ve tarihi bir olan tek bir millet vardır. 

Tarihsel sürece bakıldığında Türk Birliği, Türk Milleti’nin şanlı tarihinde yepyeni bir altın sayfanın açılmasını sağlayacak ve Balkanlardan Çin’e kadar Türk Dünyası’nı kucaklayabilecek, asırların özlemini dindirebilecektir. 

21. yüzyıl harekete geçmenin vaktidir.

19.10.2013 19:16

Hüseyin Nihal Atsız

 

'Yine aynı yanlış tarih telâkkisi Temir’in yabancı, Tatar ve düşman sayılması sonucunu doğurmuştur. Temir veya Türkistanlıların söyleyiş şekline göre Aksak Temir Bek Kunlar, Gök Türkler ve Çengiz gibi mefkûrevî Türk devletini gerçekleştirmek isteyen bir hükümdardır. Onu bizim, yani Türkiye Türklerinin millî düşmanımız saymak yanlıştır, günahtır. Milliyetçi bir tarih görüşü Ankara Savaşı’nı bir kardeş kavgası saymak mecburiyetindedir. Ankara Savaşı’nda Aksak Temir ordusundaki Türkmenlerin sayısı belki de Yıldırım ordusundakilerden daha çoktu. Bu kadar insan vatan hâini miydi? Bu kadar çok vatan hâininin bir araya gelmesine imkân var mı? Onlar bu kavgayı bir hanedan ve otorite kavgası sayıyorlardı. Aksak Temir Bek umumî Türklük bakımından suç işlemiş midir? Bunu tartışmayı bir yana bırakıyorum. Çünkü her insanda kusur bulunacağını kabul ediyoruz. Tarihimizin en büyük fertleri olarak düşünebileceğimiz Fâtih, Yavuz, Kânûnî hatta Alp Arslan’da kusur yok muydu? Gene en büyük fertler sayacağımız Mete’de, Kür Şad’da, Tonyukuk’ta, Kül Tegin’de birtakım kusurlar bulunmaz mı? Elbette Aksak Temir de büyük Türklük bakımından birtakım hatalı hareketler yapmıştır. Fakat o ilerisini görebilen bir insandı, İslav tehlikesini görmüş ve Yıldırım’a RusLehLitvan sürüsünü müştereken imha etmek teklifini yapmıştır. Avrupa şövalye ordularını tepeleyen en büyük şövalye Yıldırım, maalesef bunu reddetmiştir.

Temir’i Anadolu’yu yenip dağıttıktan sonra bırakıp gitmekle suçlandırmak da yanlıştır. Çelebi Sultan Mehmed ve oğlu II. Murad, Türkistan’daki Temir ile oğlu Şâhrûh’a tâbî birer hükümdardılar. Bu suretle de bir Türk birliği bilfiil tahakkuk etmişti. Bütün Türkiye’deki Osmanlı hanedanının hâkimiyeti ancak Fâtih devrinde başlamış ve Cumhuriyete kadar devam etmiştir. Şimdi Türkçü olarak düşünelim: Selçuk, İlhanlı, Temir, Osmanlı hanedanları ile Cumhuriyet devri hep birden bir tek devletin hayatını teşkil etmiyor mu? Bunları ayrı devletler gibi görmek kendi kendimizi parçalamak olmaz mı? Temir ile Yıldırım iki düşman ordusunun kumandanları olunca birbirlerine karşı çok sert davranan Karamanoğulları ile Osmanoğullarını veya Osmanlılarla Karakoyunluları da ayrı devletler ve millî düşmanlar saymak mecburiyeti doğmaz mı? Tarihimize bakarken şu veya bu hanedanın tarafını tutarak kendimizi onun milletinden saymaya hakkımız yoktur. 

Kardeş kavgası her yerde olur. Napoleon, Almanya’yı istilâ ederken Cermanya İmparatorluğunu teşkil eden devletlerden bazıları Napoleon’la birlikte asıl Almanya’ya karşı savaşmışlardır. Fakat Almanlar, Prusya ve Baviyera’yı ayrı devlet ve millet saymadıkları gibi, Baviyerahları da hâin telâkki etmemişler, çocuklarına tarih okuturken yine tek Almanya’dan bahsetmişler, ancak bu kardeş kavgalarından bazı ibretler çıkarmaya çalışmışlardır. 

Hüseyin Nihal Atsız

19.10.2013 19:12

BASMACI HAREKETİ

 

Basmacı Hareketi ya da Ayaklanması, Sovyet yönetimine karşı Orta Asya'da 1917'de başlayan ve aralıklı olarak 1931'e değin süren ayaklanma hareketidir. Ruslar Basmak ve Baskın kelimesinden yola çıkarak ayaklanmaları Basmacı Ayaklanması olarak nitelendirdiler. Ancak, bu hareket Türkistan'ın genelinde Korbaşılar Hareketi adıyla ve milli bir direniş hareketi olarak kabul edilir.

Çarlık döneminde Türkmenistan, Başkurdistan ve Kırım'da Rus kolonizatörlere karşı saldırılar, soygunlar düzenleyen çeteler yaygındı. Bu çetelere Başkırtlar Ayyar, Türkmenler Basmacı adını veriyordu. 1917 Sovyet Devrimi'nden sonra Türkmenistan'da, Fergana Vadisinde Ruslara başkaldıran siyasal amaçlı örgütlere de Basmacı adı yakıştırıldı. Özbek ve Kazak basınında bu anlamda, Cezayir Basmacıları, Hind Basmacıları gibi, sömürge yönetimine başkaldıran, özgürlük yanlısı direnişçiler içinde kullanıldı.

1917 Sovyet Devrimi sırasında Fergana'da Mehmet Emin Bey, Hokand'da Kiçkine Irgeş önderliğinde bağımsızlık yanlısı Basmacı çeteleri örgütlendi.Bolşevikler Şubat 1918'de Hokand'ı ele geçirip Hokand Milli Hükümeti'ne son verince Mehmet Emin Bey Margilan'a çekilip direnişini sürdürdü.

Basmacılar 1921'de Buhara'da da örgütlendiler. Lakay aşireti reislerinden İbrahim Bey gibi Buhara emirine bağlı tutucu Basmacılar yenilik yanlısı Cedidcileri de düşmanları sayıyorlardı. Enver Paşa, Hacı Sami ve arkadaşları Türkmenistan'ı Sovyetler'e karşı ayaklandırmak için Ekim 1921'de Buhara'ya gittiklerinde İbrahim Bey, Jön Türk hareketinin önderi olarak Osmanlı padişahlarının otoritesini sarstığı ve II. Abdülhamid'in devrilmesini sağladığı gerekçesiyle Enver Paşa'yı tutsak etti. Basmacıları ikna etmeyi başaran Enver Paşa, aşiret reislerinden Devletmend'in desteğiyle örgütlediği Basmacılarla küçük başarılar kazandı; ama Ağustos 1922'de Belcivan'a (bugün Tacikistan) çekilmek zorunda kaldı ve orada Kızılordu'yla girdiği çatışmada öldürüldü. Orta Asya Türklerini bir Turan bayrağı altında birleştirme ülküsünü gerçekleştiremedi.

Enver Paşa'nın ölümünden sonra arkadaşları Hacı Sami'nin önderliğinde Basmacıları yeniden örgütlediler. Lakay reisi İbrahim Bey'i de yardıma zorlayan Hacı Sami, sayı ve donanım bakımından üstün Kızılordu birliklerine karşı Haziran 1923'e kadar savaştıktan sonra Türkiye'den gelen arkadaşlarının tümünü yitirdi; Afganistan'a geçti. Kızılordu Türkmenistan'ı ele geçirince yakaladığı Basmacı önderlerini idam etti. Bu kez Hive Hanı Cüneyd Bey, yönetimindeki Basmacılarla 1924'te Hive'yi yeniden ele geçirdi, 1927'ye değin mücadeleyi sürdürdü.1873'ten beri Ruslara karşı direnen ve Rus uyrukluğuna geçmeyi kabul etmeyen Cüneyd Bey, 1927'de Ruslarla barış yaptı ama onların Basmacıları tutukladığını, kendisini de ele geçirmek istediklerini görünce çete savaşını 1929'a değin sürdürdü; bütün Karakum Türkmenleri ayaklandırdı. Sonra İran'a, oradan da Afganistan'a geçti. Ruslar Buhara'da Şerefeddinof adlı Kazanlı bir komünist yönetiminde özel yetkili bir mahkeme kurarak her Basmacı için bütün kabilesinin sorumlu tutulacağını bildirdiler ve bu kararlarını uygulamaya koydular. 1931'de Lakaylı Ali Bey'in yakalanmasıyla Basmacı direnişi sona erdi.

Basmacı Ayaklanması Türkistan ulusal dernekleri, partileri; Başkırdistan, Buhara ve Hive hükümetleri üyeleri, Kırgız ve Kazak aydınları, Türkiye'den gelen subaylar, Afganlı ve Kaşgarlıların desteğiyle sürdürülmüştü. 16. yüzyıldan sonra Türkistan ve Orta Asya'da böylesine farklı grupları kapsayan ve bu denli uzun süren başka bir halk hareketi gerçekleşmemişti.

18.10.2013 12:48

ZİYA GÖKALP'A TÜRKÇÜLÜĞÜ AŞILAYAN ADAM: HÜSEYİNZÂDE ALİ TURAN

 

 


Hüseyinzâde Ali Beğ, Türkçülük fikrinin Azerbaycan’da yetişen önemli sîmâlarından birisi olmakla beraber Türkiye’de pek üzerinde durulmamış; fikirleri derli toplu olarak kitap çapında ele alınmadığı için birtakım istismarlara da malzeme olmuştur. 

Hüseyinzâde Ali, 1864 yılında Bakü’nün Salyan kasabasında doğdu. İlköğrenimini burada tamamlayan Ali, yükseköğrenimi için Petersburg’a gitti. Burada Ulum-u Tâbiiye Fakültesini bitirdikten sonra İstanbul’a gelerek Askerî Tıbbîye’ye kaydoldu. 

Katılmış olduğu Türk-Yunan Savaşı dönüşünde Tıbbiye yüksek okuluna deri ve frengi hastalıkları profesör yardımcısı tâyin edildi. (1900). İttihat ve Terakki’ye mensup olduğu için bu görevde uzun süre kalamayarak 1903’te Kafkasya’ya gitti. 

Burada da Türkçülük mücadelesini sürdüren Ali, Azerbaycan mebuslarının Duma içine girmesini sağlayan heyetlerde bulundu ve o güne kadar yayınlanmasına izin verilmeyen Türkçe günlük gazetenin imtiyazını aldı. Hayat adını alan gazete onun dışında Ahmet Ağaoğlu, Ali Merdan Topçubaşıoğlu ile Zeynelabidin Tagiyef tarafından çıkarıldı. 

2 yıl boyunca başyazarlığını deruhte ettiği bu gazete “Azerbaycan Türkleri ve Rusya Müslümanları arasında çok önemli rol oynamıştır. Hayat gazetesi milletine hizmet etmek, onu ilimde, fende, siyasette kültür ve edebiyatta ileriye götürmek, Türk Milleti’ni refah ve saadete kavuşturmak ve İslâm dininin icaplarını lâyıkıyla yerine getirmek için kurulmuştur.”

Bu Türkçe gazeteden daha önce Kafkas Türklerinin ülkü ve fikirlerini savunmak üzere Rusça yayınlanan Kapsi gazetesinin başyazarlığını yapmıştı. Hüseyinzâde, Kapsi ve Hayat gazetelerinden sonra yine başyazarlığını üstleneceği Füyûzat adlı bir dergiyi 1906 yılından itibaren yayınlamaya başlamıştı. 

1910 yılında, 2. Meşrutiyet sonrası, Türkçülüğün dayanak noktası olarak görüldüğü ve bu nedenle önem atfettiği Türkiye’ye dönerek kurucularından olduğu İttihat ve Terakki Fırkası’nın “merkez-i umûmî” üyeliğine getirildi. Dört dilin hâricinde, 1875’te girdiği Tiflis klâsik gymnase’ında Lâtince ve eski Yunanca’yı öğrenmiş, doktorluğun yanı sıra Petersburg’da fizik-matematik eğitimi de almıştı.4 Gökalp tarafından “Yalavaç” titriyle taltif edilen Hüseyinzâde Ali, Türkçülük üzerine ortaya attığı görüşleriyle özgün bir düşünürdür.

Turancılık

Turancılık Türk düşünürleri arasında yayılmaya başladığında bütün Ural-Altay halklarının birliği olarak değil, salt Türk halklarının bütünleşmesi biçiminde kabul ve fehmedilmişti. İlk olarak Macaristan’da ortaya çıkan Turan ülküsü fikriyle Türk Turancılığı arasındaki temel fark da buradan kaynaklanıyordu. 

Macar Turancıları bu durumu kabul etmeseler de “Turan coğrafyasının en parlak çağlarını Türklüğün ortaya çıkmasıyla yaşadığını” ifâde edip anlamaya çalışmışlardır.4 Bu farkın, daha doğrusu Macar milliyetçileri tüm Turan kavimlerinin birliği fik rini benimserken Türk milliyetçilerinin Pan-Türkçülüğü gütmelerinin sebebi, Macarlar açısından, küçük bir yaşam sahaları olduğundan tek başına bir Macar idealinin kadit kalacağı; Türklerin ise geniş bir coğrafyada hayat sürmelerinden ötürü yalın bir Türk Birliği mefkûresinin bile azametinden bir şey yitirmeyeceği düşüncesinden kaynaklanmış olabilir.

Hüseyinzâde Ali 1917 yılında Macaristan’daki Turan dergisinde yayınlanan ve ilk Macar Turancılardan Arminius Vambery’e ithaf ettiği5 şiirinde ise Pan-Türkçülük ötesinde bir Turancı ülkü ve Turan kardeşliğini savunmuş; Akçura’nın belirttiği gibi “Müslüman Türkler arasında -yukarıda bahsettiğimiz mânâ da dâhil olmak üzere- ilk Pan-Turanist” olmuştur:

Sizlersiniz ey kavm-i Macar bizlere ihvân
Ecdâdımızın müştereken menşei Turan
Bir dindeyiz, hepimiz hakperestân
Mümkün mü ki ayırsın bizi İncil ile Kur’an

Yusuf Akçura’ya göre Hüseyinzâde Ali bu şâirâne Turancılığı ile 1908’den sonra Ziya Gökalp’ı yaratmıştır.7 Ali Canip Yöntem de ondan “Ziya Gökalp’a Türkçülüğü Aşılayan Adam”8 olarak bahsetmiştir ki kendisine soy ismi olarak “Turan”ı seçecek olan Ali’nin önemini kavramak ve yerini bilmek için bu nitelendirmeler bile kâfidir. Böylelikle Hüseyinzâde, Türçülük fikrini hem kültürel hem siyasî sahalarda düşünmüş, ona kültürel çerçevenin ötesine ilk adımı atarak siyasal karakter kazandıran mütefekkir de olmuştur. Hüseyinzâde Ali sadece Türk veya Turan halklarının değil bütün Müslüman halkların mânevî yakınlıklarını kuvvetlendirmesi gerektiğine inanmış; bu bağlamda, mezhep taassubuna karşı çıkarak dinin esas kaynağı olarak Kur’an-ı Kerim’in yeterli bulunacağını savunmuştur. “Üç Tarz-ı Siyaset”i de yayınlayan Türk gazetesinin, 24 Kasım 1904 tarihli 56. sayısındaki “Mektub-ı Mahsus” başlıklı yazısında “Müslümanlar ve Türkler... birbirlerini tanıyacak, sevecek, sünnîlik, şiîlik ve daha bilmemnecilik adlarıyla mezhep ayrımını azaltıp Kur’an-ı Kerîm’i anlatmaya gayret edecek, dinin esasının Kur’an olduğunu bilecek olurlarsa yetmez mi?” şeklinde yazmış, hassaten Türkler için birbirini tanımak, sevmek ve medenîleşmek yolunda yardımlaşmayı sağlamak üzere uğraş vermek gerektiğini ifade etmiştir.

Türkleşmek, İslâmlaşmak, Avrupalılaşmak

Hüseyinzâde Ali’nin Bakü’de çıkarttığı Hayat gazetesinde yazmış olduğu yazıların en önemlileri şunlardır: “Türkler kimdir ve kimlerden ibârettir”, “Bize hangi ilimler lâzımdır”, “Yazımız, dilimiz ve birinci yılımız”. Bu makalelerde genel olarak Türk kavimlerinin bölünmüşlüğünden yakınan Ali, Rusya’daki halklara Tatar adı verilmesinin Türklüğü böleceğini ifade etmekte; Kırımlı, Kazanlı, Orenburglu vs.’nin hep Türkoğlu Türk olduğunu belirtmektedir.

Makaleler arasında özellikle bir tanesi vardır ki bu da içeriğinde savunulan görüşlerle Gökalp’ı oldukça etkilemiş olan ve “Bize hangi ilimler lâzımdır” serlevhasını taşıyanıdır. Ona göre Türklere muasır ilişkiler gerekir. Asrîliği telkin ederek Müslüman-Türk kavimleri için Türkleşmek, İslâmlaşmak, “Avrupalılaşmak”(?) iddiâsını ileri sürmüştür.9 1905’te Türkiye dışında savunulan, bu fikir 1911’de hararetli taraftarlar bulmuş ve Akçura’nın tâbiriyle “Türk âleminin her tarafına yayılmış, alel usûl meşrûtiyetten sonra İstanbul’da çok işlenmiştir”.10 Kimilerine göre bu üçlü düstur daha önce biraz belirsiz olarak Ali Suavî tarafından savunulmuştu; lâkin hem Türkçülüğün uyanmadığı bir devirde yaşamış olması hem kesin sınırlarla tahdit edilecek muayyen bir fikri bulunmadığı için ona mâledilemez. “Türkçülerin faaliyetinde bir veche mâhiyetini haiz olan bu üçüz umdenin asıl babası -Gökalp kaynak vermeden “istinsâh” etse de- Hüseyinzâde Ali’dir”.11 Ziya Gökalp önce makaleler hâlinde işleyip 1918’de bir kitapta topladığı bu terkîbi, “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” başlığıyla savunmuş, sosyolojik felsefi mânâda içini doldurmuştur. Hüseyinzâde’nin “Avrupalılaşmak” ilkesi yerine “Muasırlaşmak”ı kaim etmesine rağmen “Garp Medeniyetindenim” diyerek asrîleşme gayesinin yönünü tespitle özgün tezin son ilkesinde de Hüseyinzâde’ye bağlı kalmıştır.

Halkçılık

Türk Yurdu gibi oylumlu bir edebiyat dergisinin yanı sıra herkesçe benimsenen yalın bir dilin kullanıldığı ve pratik sorunlara yâhut eğitim konularına değinen bir dergi yayınlanması söz konusuydu, bu da “Halka Doğru” oldu. Osmanlı toplumunda havâs ile avam arasında büyük bir uçurum bulunması halkçılık fikrinin doğmasında mühim bir etkiye sahiptir ki Akçura’nın daha sonra açıklamış olduğu gibi Halka Doğru hareketinin kökeninde millî bilinç ve duyguların yalnızca aydınların ve memurların kafasında yer etmesinin yeterli olmayacağı, bu bilincin köylülere kadar ulaştarılması gerektiği görüşü yatmaktaydı. Milleti yüceltmek için bir anlamda onun geri kalmış kesimleri olarak addedilen halkı yüceltmenin lüzumlu olduğu savuncası formül olarak harekete ışık tutan düşünceyi ve başlangıcından itibaren halkçılık ile Türk Milliyetçiliği arasında var olan organik bağların ana hatlarını iyi ifade ediyordu.
Osmanlı Devleti’nde, halkçılık hareketinin kökeni konusu tartışmalıdır. Bazı kimseler Balkanlı yazar ve eğitimcilerin Osmanlı aydınları üzerindeki etkisine dikkati çekerken kimileri ise (F. Georgeon’a göre de) gerçeğe daha yakın bir düşünceyle halkçılığın Rusya’dan gelen göçmenler tarafından bu topraklara taşındığını ileri sürmüştür. Mikhailovski gibi Rus popülistlerinin tesiri yadsınamaz olmakla beraber Ziya Gökalp’a göre de “Halka Doğru” prensibini Türkiye’ye taşıyan, Hüseyinzâde Ali’dir. Nitekim 1912’de kurulan Halka Doğru dergisinin kurucuları arasında o da yer almıştır.

Türkçecilik

Hüsüyinzâde Ali, Türkçe konusunda, Aydınlık Dergisi’nin Türkçü olarak tanıttığı, aslında sadece ilk Türkçe tiyatro eserlerini yazmakla beraber Türkçü olmayan Mirza Feth Ali Ahundzâde’den farklı olarak Arap harflerinin değiştirilmesi fikrini savunmamış, üstelik Arapça ve Farsça’nın lûgat hazinesinden faydalanmak lâzım geldiğini ifâde etmiştir.

“Nasıl Rus, Fransız, İngiliz dilleri gibi yeni Avrupa dilleri Yunanca ve Lâtince” gibi ölü dillerden faydalanmakta iseler Türkçe de özellikle ilim terimlerini Arapça ve Farsçadan iktibas etmelidir. Kaldı ki Türk şivelerinden biri olan Osmanlı dili bu yolla o kadar genişlemiştir ki en önce duyguları ifadeye Arapça ve Farsçadan daha kudretli bir hâle gelmiştir. Şu kadar ki Türkçe, Arapça ve Farsça’nın yalnız sözlüğünden faydalanır. Onların gramer ve sentaksını, dil kaidelerini kabul etmez”. Hüseyinzâde örneklerle düşüncesini somutlaştırarak “fotoğrafa pertevnüvis, fonografa sadânüvis, telefona durşinev” denmesini ister. Batı dillerinden ve onların müşterek lisanlarından (Yunanca-Lâtince) geçen kelimelerin değil, ortak İslâm medeniyetine ait dillerden yeni kelimelerin türetilmesi gerektiğini savunur.

İşte Ali’nin bu fikirleri de Gökalp’ı etkilemiş ve onun, “ümmetçilik programı”nda Arap hurûfâtını korumak gerektiği, hattâ türetilecek kelimeler ve terimler her dilde başka köklerden yapılırsa “dilde ümmetçilik” eksik kalacağından bütün İslâm milletlerinin kabul edeceği sözleri arayıp bularak terimleri ortaya çıkarmak lüzûmunu savunup bunun için terim kongreleri ihdas edilmesi teklifinde14 temel referans -belirtilmemekle birlikte- Hüseyinzâde olmuştur. Ayrıca Gökalp’ın “Türkçeleşmiş Türkçedir” kabulü de Ali’nin yukarıda alıntı yapılan “Gazetemizin Dili” adlı makalesinden (Hayat 7, 1905) doğrudan ilham almıştır.

Gökalp kadar velût olmamakla berâber ona Türkçülüğün temel ilkelerinin çoğunu vâ’zeden Hüseyinzâde Ali belki de faal bir insan olması dolayısıyla kitaplık çapta eserler verememiş; fakat pek çok mecliste Türk kavimlerinin hakları için mücadele etmiştir. Kendisini Ocak 1916’da Berlin’de toplanan bir kongrede ve yine benzer maksatlarla bulunduğu II. Enternasyonalin Stockholm Konferansında (17 Temmuz 1917) sosyalistleri, emperyalist Avrupa’nın, müslüman ve Türk düşmanlığına dayanan peşin görüşlerini benimsedikleri için eleştirirken görüyoruz.

İşte böyle önemli bir şahsiyet olan Hüseyinzâde Ali Turan’ın, kaleme aldığı biyografisi dergilerdeki yazılarıyla beraber yayınlanacak olursa 1942’de vefat eden bu düşünürümüzün, milliyetçilik tarihinde tebellür etmiş bir simâya sahip olması sağlanacak, ilk Turancı, ilk Türk-İslâm mefkûrecisi olarak daha fazla tanınması, hak ettiği itibarı kendisine kazandıracaktır.

18.10.2013 12:40

KIRIM TÜRKLERİ

 


KIRIM Tatarlarının etnik kökeni; tarih boyunca Kırım ve civarında yerleşen çeşitli Türk kavimlerine dayanır.

Kırım’a ilk gelen Türk kavmi, Hunlardır. Köktürkler , Onogurlar Kuturgurlar ile M.S. VII. yüzyılda Hazar Türkleri, 10. Yüzyıl başlarında ise Peçenekler , Kırıma yerleşen diğerTürk kavimleridir.

Kıpçaklar, X.yüzyılın sonlarında Peçenekleri mağlup ederek Kırım'ı ele geçirmişler ve, iki yüzyılı aşkın bir süre Kırım'a hakim olmuşlardır. Kırım’ın etnik ve kültürel yapısının oluşumunda en güçlü etki Kıpçak Türklerine aittir. Kıpçakların engin kültür mirasının derin izleri bugün dahi bütün canlılığı ile Kırım Türklerince yaşatılmaktadır. Kırım Türklerinin kullandığı dil de Kıpçak Türkçesidir.

Kırım'daki Kıpçak hakimiyeti İslamiyet'in Kırım’da yayıldığı bir dönem olmuştur ve 11. Yüzyılın sonlarına doğru Türklerin çoğunluğu İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Asya'nın büyük bir kısmına hakim olan Moğol İmparatorluğu (Cengiz Han Orduları), 13. Yüzyıl ilk çeyreğinde, Kıpçakları yenerek yarımadaya hakim olmuşlardır. Cengiz Han İmparatorluğunun parçalanması üzerine, Kırım, Altın Ordu imparatorluğu hakimiyetine girmiştir.

Altın Ordu Hakimiyeti Kırım’ın etnik, dini ve siyasi geleceğini kesin olarak belirlemiş ve Kırım’ın tamamen Türkleşmesini sağlamıştır.

14.10.2013 13:36

Hakikat

O, Bu şiiri 16 yaşında yazmıştı....
___________________

Hakikat

Gafil! Hangi üç asır, hangi on asır
Tuna ezelden Türk diyarıdır
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak !
Dinleyin sesini doğan tarihin
Aydınlıkta karartı, karartıda şafak
Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.

Asya’nın ortasında Oğuz oğulları
Avrupa’nın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz, batıda yine biz
Nerde olsa nerede olsa kendimizi biliriz
Hep insanlar kendilerini bilseler
Bilinir o zaman ki, hep biliriz.

Türk sadece bir milletin adı değildir
Türk bütün adamların birliğidir
Ey birbirine diş bileyen yığınlar
Ey yığın yığın insan gafletleri
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Hakikat nerede?

Manastır Askerî İdadisi / Mustafa Kemâl
 

14.10.2013 13:32

323 yıldır Türk gibi yaşıyorlar ama…

 

Türkçe bilmiyorlar, Türkiye`yi görmemişler, ama 323 yıldır Türk gibi yaşıyorlar. İtalya`nın Moena Köyü`ne bir yeniçerinin gelmesiyle `Türkleşen La Turchia` köyünün şaşırtıcı öyküsü:

İtalya`nın Moena Köyü`ne sığınan bir Yeniçeri oraya yerleşip, bir de kahraman olunca köyün adı `La Turchia` diye anılmaya başlamış. Moenalıların en büyük isteği ise mehter takımını görmek.

İtalya`daki Türk köyünden davet var 

İtalya`nın Manzori Dağları`nın eteğindeki `La Turchia` adıyla da bilinen Moena Köyü, 323 yıldır hoşgörü örneği sergiliyor. Türkçe bilmeyen ama kendilerini Türk olarak tanıtan Moenalılar, Türkleri bekliyor.

Bu şaşırtıcı öykü tam 323 yıl önce başlar. 2. Viyana kuşatması sonrası bir Osmanlı askeri, İtalya`da küçük bir kasabaya sığınır. Ölmek üzere olan bu Yeniçeri askeri, köylüler tarafından tedavi edilir. İyileşince de köyden bir kızla evlenir. Kasaba halkının `Il Turco` adını verdiği asker, o dönem dükalığın halktan istediği haksız vergilere karşı köyü ayaklandırır ve korur. Kendini ve Türk adetlerini bu yörenin insanlarına öyle sevdirir ki ölümünden sonra bile bu Türk gelenekleri yaşatılır.

323 YILLIK EFSANE

Yaz aylarında nüfusu 2 bin 600, kışın ise 14 bine çıkan İtalya`da Manzori Dağları`nın eteğindeki Moena Köyü, 323 yıldır hoşgörünün en güzel örneğini sergiliyor. Halk arasında kahraman ilan edilen Yeniçeri askerinin büstünün de bulunduğu Moena`ya halk `La Turchia` adını verir. Bir Türk`e inanan ve asırlardır bunu koruyabilen Moenalılar, `Moena`daki bizim Türkiyemizde doğduk,` diyorlar, ama tek kelime bile Türkçe bilmiyorlar. Hiçbiri Türkiye`ye gelmemiş. Sokaklarında İtalyan değil, Türk bayrakları dalgalanıyor. Kitaplardan ve televizyonlardan gördükleri kadar Türkiye`yi takip etmeye çalışıyorlar. Kahraman olarak gördükleri yeniçeri anısına her yıl ağustos ayının ilk haftası düzenlenen `Moena Türk Festivali`nde belediye başkanı dahil herkes Türk gibi giyiniyor, yeniçeri kıyafetli askerler ortalıkta dolaşıyor. Festivalde, topluluğun en yaşlısı `Sultan` oluyor ve `Il Turco`yu temsil ediyor. Yeniçeri askerinin büstünün de bulunduğu meydanda festival iki gün sürüyor.

BAŞLIK PARASI İSTİYORLAR

Moenalılar, Türk örf ve adetlerini öyle benimsemiş ki kız istemeye giden aile başlık parası bile veriyor. Bunun adına da `töre` diyorlar. Köyden dışarıya gelin giderken `Alabastia` adlı bir tören düzenleniyor. Bu törende, gelinin dışarıya çıkabilmesi için sultanların izni gerekiyor. İzin toplantısı kız köyden çıkarken yapılıyor. Köyün büyükleri sultan, geri kalanlar ise bir Türk gibi giyiniyor. 323 yıldır etkisinde kaldıkları bir Türk`ün kendilerinde bıraktığı etkileri evlerinde bile görmenin mümkün olduğunu söyleyen Moena Belediye Başkanı Riccardo Franceschetti, `Il Turco`ya dayanan geçmişimize ilişkin kesin bir şey söyleyemeyiz, çünkü bu konuda yapılmış bilimsel bir çalışma yok. Dedelerimizin babalarımıza anlattığı Il Turco efsanesini bizler de çocuklarımıza inançla aktarıyoruz. Bu festival bizim için çok önemlidir, Türkler gelip buradaki küçük Türkiye`yi görmeli. Kabul etmeliyiz ki aramızda çok güçlü bir bağ var. Bu festivalle bu bağı güçlendirmek istiyoruz. Böylece birbirimizi daha çok ziyaret edebiliriz, bu festival aramızda yeni bağlar kurabilir. Bu tür birlikteliklerle kültürel etkileşime gidebilir, tecrübe değişimi yapabiliriz. Bu platform üzerinde adet ve örflerimizde senteze ulaşabiliriz,` diyor.

14.10.2013 13:17

KÂZIM KARABEKİR PAŞA

 

"Bendeniz ırk meselesini fevkalade mühim görüyorum. Bugün bir Suriyeli asker veya mülkiye memuru, namuskârane, Türk milletiyle beraber çalışabilir, fakat bilakis düşmanlarımız hesabına da çalışması da mümkündür. Bu imkân daima göz önünde bulundurularak bu zevatı her yeri Türklerle meskûn yerlerde kullanmak pek basiretkârane olur. Dünyada yalnız Türk’e has olan safiyetten hâlâ vazgeçilmezse daha şahidi olacağımız feci mukadderatımızı zavallı Türk tarihine kaydedeceğiz demektir.Dersim’in Erzincan’a en yakın aşâirinde bile Kürtlük cereyanı yapılırken ve o biçare halk Araplarla ve Ermenilerle ittifak ederek büyük bir devlet olacaklarına dair tahrik ve iğva olunurken Erzincan hükümeti uyuyor, belki de malumatı var da igmaz veya teşvik ediyor. Bugün bir Kürt – Arap birliği diye çalışılırken velev iffet ve sadakatle binlerce şahidi dahi olsun hassas noktalarda bir Arap mutasarrıfı veya bir Kürt kaymakamı bulundurulması kendi elimizle korkulan felaketleri ihzar demektir. Mesela bugün Bayburt vakası hiç yoktan hükümet-i mahalliye ve daha ziyade mevki kumandanının idraksizliğinden çıkmıştır. Mevki kumandanı ise ahz-ı asker kalem reisi Şamlı Miralay Hasan Lütfü Bey’dir. Bu gibi zevatın pek namuslu olması ve Türk’ten iftirak eden ve memleketlerinden Türk’ü kovan vatandaşlarından ve ırktaşlarından bile teneffür etmesi, variddir. Fakat en ehven olarak bunların kendi memleketlerinde vaziyetlerini tespite kadar vakit geçirmek politikası gözetecekleri de nazar-ı teemmüle alınmalıdır. Binaenaleyh, bir Türk gibi, kalbi hiçbir zaman çarpmayacaktır. Mahzurlu olmakla beraber ufak rütbeden olanlar pek o kadar haiz-i ehemmiyet olmayabilir. Fakat kaymakam, mutasarrıf veyahut erkan-ı harp ve kumandanlar hakkında nasp ve tayinlerde her Nezaretçe esaslı düşünmek pek lazımdır." 

-KÂZIM KARABEKİR PAŞA

Etiketler

Etiket listesi boş.

Sitede ara

Anket

YAZILARIMIZDAN MEMNUN MUSUNUZ?

Evet (13)
68%

Hayır (6)
32%

Toplam oy: 19